Bir asır önce günlük gazete yayıncılığına başlayan Türk basınının efsane ismi Sedat Simavi, “İnşallah ben bu verimsiz tarlada namuslu olarak gazetecilik yapacağım. Muvaffak olursam ne âlâ, muvaffak olamazsam talihime küseceğim” demişti.
Sedat Simavi, Hürriyet gazetesini, “tarafsız değil, müstakil olacak” diyerek 1 Mayıs 1948’de kurdu. Hükûmetin maddi yardım tekliflerini de bağımsız yayıncılık uğruna ve Ankara’yı öfkelendirmek pahasına reddetti.
Türkiye’de medyanın ilk demokratik hak hareketi örgütlenirken, genç gazeteciler Sedat Simavi’yi lider seçmiş ve şöyle demişlerdi: “Bizim ‘çalışan’ ve ‘çalıştırana’ karşı tarafsız, anlayışlı, insaflı, korkusuz ‘çalıştıran’lardan bir lidere ihtiyacımız var.”
Oğulları Haldun ve Erol Simavi de Türkiye’nin giderek zorlaşan şartlarında bu geleneği devam ettirmeye çalışmıştı. Başbakan Özal’ın medyayı zapturapt altına alma girişimine başkaldıran Erol Simavi, ailesinin can güvenliği tehlikeye girince 1994’te Hürriyet’i satıp medyadan çekilmişti.
Takvim yaprakları 1 Mayıs 1948’i gösterirken Cağaloğlu yokuşu hareketli günler yaşıyordu. Yeni bir günlük gazete Türkiye’ye “merhaba” diyordu. Gazetenin adı Hürriyet, kurucusu Sedat Simavi idi.
Sedat Simavi, “Ben Hürriyet’i 1 Mayıs Uluslararası İşçi Sınıfı Mücadele ve Dayanışma Günü çıkartacağım” diye karar mı almıştı; gazetenin hazırlıkları o gün tamamlandığı için mi ilk sayı 1 Mayıs’ta yayımlandı, bilinmiyor.
Hürriyet’in ilk günkü manşeti dış politikaya ayrılmıştı: “Ürdün ve Irak Orduları Filistin’e Girdi!” Manşetin hemen altında Milli Şef İsmet İnönü’nün, sağ alta ise Demokrat Parti lideri Celal Bayar’ın açıklamalarına yer veriliyordu. Birinci sayfada 1 Mayıs ile ilgili bir haber yoktu.
Birinci sayıda hem cumhurbaşkanının, hem de muhalefetin açıklamalarına geniş yer ayrılması bir bakıma Hürriyet’in izleyeceği “dengeci” politikanın ilk sinyalleri veriyordu. Gazetenin sol sütununda ise siyah çerçeve içinde yayımlanan ve Sedat Simavi imzasını taşıyan baş makalede Hürriyet’in yolunun demokrasiden geçtiğine vurgu yapılıyordu. Şöyle diyordu Simavi:
- Hürriyet’in programı kısadır. Memleketimizde gelişmeye başlayan demokrasi zihniyetini kökleştirmek ve müdafaa etmek için ortaya atılıyoruz ve demokrasinin memleketimizin bünyesine en uygun rejim olduğuna iman etmiş bulunuyoruz. Demokrasinin müdafii olduğumuzu ileri sürmekle Demokrat Parti’nin körü körüne taraftarlığını ve Halk Partisi’nin düşmanlığını yapacağımızı zannetmeyiniz. Hürriyet, hür ve müstakil kalacaktır.
“Hür ve müstakil,” gazete kurulurken konuşulmuş, üzerinde tartışılmış bir slogandı. Tahsin Öztin’in çizdiği Hürriyet logosunun altındaki siyah bandın içine “Günlük tarafsız siyasi gazete” dişi karakteri önerildiğinde, “Hayır” demişti Sedat Simavi: “Tarafsız ve müstakil aynı kavramlar değil. Hürriyet, tarafsız değil, müstakil olacak.”
Simavi, “Hürriyet, hür ve müstakil kalacaktır” derken kimseye bağlı olmayacağının altını çiziyordu. Babıali’den yükselen dedikodulara ise tepkisini “Kimseyle göbek bağım yoktur” açıklamasıyla dile getirecekti.
İlk Hürriyet 1868’de yayımlanmıştı
O günlerden bir kuşak önce yıkılan Osmanlı İmparatorluğu, muhaliflerine baskı yaparak, onları susturarak ömrünü uzatmayı düşünmüş ve yanılmıştı. Fransız İhtilâli’nin özgürlük, adalet ve demokrasi rüzgârları, 19. yüzyılda imparatorluğun en ücra noktalarına kadar ulaşmıştı. Muhaliflerin elinde kitle iletişim aracı olarak gazete vardı.
Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin sesi olan ve Maliye Nazırı Mustafa Fâzıl Paşa’nın mali desteğiyle Namık Kemal ve Ziya Paşa yönetiminde çıkartılan gazetenin adı Hürriyet’ti. Haziran 1868’den Şubat 1870’e kadar Londra’da, Nisan 1870’ten Haziran 1870’e kadar da Cenevre’de haftalık olarak yayımlandı. Yani Hürriyet isminin tarihsel arka planı, imparatorluk dönemine kadar uzanıyordu.
Sedat Simavi ise 1896’da İstanbul’da doğdu. Babası Samsun mutasarrıfı Hamdi Bey’di. Ortaokulu ve lisenin bir kısmını Kadıköy’deki Saint Joseph Fransız Lisesi’nde okuduktan sonra Galatasaray Lisesi’ne geçiş yaptı ve 1912 yılında mezun oldu. Aynı lisede kısa bir süre tarih öğretmenliği yaptı.
1910’lar: İlk göz ağrısı Hande
Sedat Simavi, 1916 yılında haftalık olarak çıkardığı Hande dergisiyle yayıncılığa merhaba dedi. 1918’de Diken adlı mizah dergisini ve 1919’da İnci adlı kadın magazin dergisini yayımladı. 1920 yılında Dersaadet adlı günlük gazeteyi çıkarmaya başladı. 1921-1923 yılları arasında haftalık olarak yayımladığı Güleryüz adlı mizah dergisinde, Kurtuluş Savaşı döneminde Anadolu’daki ulusal mücadeleyi destekledi.
Bir ara yüzünü sinemaya çeviren Sedat Simavi, “Pençe” ve “Casus” adlı iki filmin yönetmenliğini yaptı. 1921-1930 yılları arasında; Hanım, Hacıyatmaz, Yıldız, Meraklı Gazeteci, Yeni Kitap, Arkadaş gibi çok sayıda dergiye imza attı. 1933-1950 yılları arasında yayımladığı 7 Gün dergisi, Simavi’nin en uzun ömürlü yayını ve dönemin en popüler dergisi oldu. 1935 yılında Karagöz dergisini satın aldı.
Sedat Simavi, “Fuji-Yama” adında bir roman ile “Ceza” ve “Hürriyet Apartmanı” adlı iki piyes de yazdı. Hürriyet Apartmanı daha sonra beyaz perdede seyirciyle buluştu. Karikatüre de meraklı olan Simavi’nin, “Zenginler” (1918) ve “Kadınlar Saltanatı” (1920) adlı iki karikatür albümü vardır.
Sedat Simavi ‘eli açık patrondu’
Sedat Simavi’nin bir Ermeni dostunun Ankara Caddesi’ndeki kırık dökük matbaasında basılan Hande, onun ilk göz ağrısıydı. Halk arasında çok tutulan ve yok satan Karagöz’den esinlenilerek hazırlanan bu mizah dergisi, Birinci Dünya Savaşı’nın olanca yıkıcılığıyla devam ettiği o günlerde, savaşın sıkıntılarını unutturup okuyanları gülümsetebilmeyi amaçlıyordu.
“Babıali Tanrıları: Simavi Ailesi” kitabının yazarı İrem Barutçu, Hande mizah dergisini şöyle anlatıyor:
- Dergiye giden karikatürleri, daha okul sıralarındayken amatör karikatürist hüviyetiyle adını duyuran Sedat Simavi çiziyor, yazı kadrosunda Fazıl Ahmet Aykaç ve Asım Us yer alıyordu. Sedat Simavi böylece patronluğa ilk adımını atıyordu. Eli açık patrondu. Gazetesinin yazarlarına, yazıları yayımlansın yayımlanmasın yazı başına bir gümüş mecidiye peşin olarak veriyordu ki, büyük paraydı. Halk, bu mizah dergisine ısınmıştı. Sedat Simavi’nin bu ilk imtiyazına matbuat da hemen sahip çıkmıştı. Gazete ve dergilerde Hande’yi öven makaleler bulmak o günlerde hiç de güç değildi.
Ne var ki Sedat, Hande’nin çıkışından kısa bir süre sonra askere alındı. Birliği İstanbul’a yakındı, Hadımköy’deydi. Hande’nin sorumlu müdürü Feridun Kandemir ise askerlik muayenesinde çürük çıkarak silahsız sınıfına alınmış ve Medine’deki bir hastaneye kâtip olarak tayin edilmişti. Böylece Kandemir’in Hande ile irtibatı kesiliyordu.
1920’ler: Milli Mücadele ve Dersaadet gazetesi
Aynı isimli mizah dergisinden yaklaşık bir asır sonra Diken haber sitesini kuran torununun oğlu Harun Simavi’nin aktardığına göre, Sedat Simavi 1916’da, yani “Gazetecilik öldü” denilen bir devirde bir arkadaşına şöyle demişti: “İnşallah ben bu verimsiz tarlada namuslu olarak gazetecilik yapacağım. Muvaffak olursam ne âlâ, muvaffak olamazsam talihime küseceğim…”
Hande dergisiyle ivme yakalayan Sedat Simavi’nin aklında ve gönlünde günlük gazete çıkarmak vardı. Bu düşüncesini 8 Temmuz 1920’de Dersaadet ile gerçekleştirdi. Bu gazete, Mütareke Dönemi’nin ağır sansür ve baskısı altında, işgal altındaki İstanbul’da yayın hayatına başladı.
Sevr Antlaşması’nın imzalandığı gün Dersaadet’in manşeti şöyleydi: “Türklerin matem günü.” Ve devamında “Artık ayağa kalkma ve direnme zamanıdır” çağrısı yer alıyordu.
İşgal döneminde sansürden payına düşeni alan gazete, iddialara göre 128 sayı boyunca Mustafa Kemal ile ilgili yalnızca bir habere yer verebilmişti. 25 Kasım 1920 tarihli 128. ve son sayısı ile yayın hayatına nokta koyan Dersaadet gazetesinin yazı kadrosunda Fuat Köprülü, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Refik Altınay, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Celile Hanım gibi basın ve edebiyat alanında ün yapmış yazarlar bulunuyordu.
Dersaadet kapandı diye Sedat Simavi “benden buraya kadar” deyip pes etmeyecekti elbet. 8 Şubat 1921’de Payitaht (Başkent) gazetesi ile yine okurun karşısına çıktı.
Devlet yardımını reddedince mesnetsiz iddialarla karşılaştı
Harf İnkılabı sonrası alfabe değişikliği nedeniyle yayıncılar güç durumda kalmış, adeta belleri bükülmüştü. Bu durum Ankara’nın dikkatinden kaçmadı. Birçok yayınevi sübvanse edildi.
Ankara’yı rahatsız eden çıkış ise Sedat Simavi’den geldi. Simavi, hükûmetin önerdiği yardımı, “bağımsız yayın yapamayacağı” gerekçesiyle kabul etmedi. “Ben bu parayı kabul edemem” diyerek restini çekti.
Ankara hükûmeti öfkelenmişti. Dedikodular ayyuka çıkmıştı; Sedat Simavi’ye yönelik “vatan hainliği, devlet düşmanlığı” gibi mesnetsiz iddiaların ardı arkası kesilmiyordu. Ankara, bir adım daha ileri giderek “Sedat Simavi rejime karşı mı” sorusunu dillendiriyordu. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, devlet yardımını kabul etmeyen gazetecinin “soyunu sopunu” araştırmakla görevlendirildi. Yapılan araştırma sonunda Şükrü Kaya “gerçek bir dost” kazanmış ve “Yapılan tahkikatta, söz konusu iddiaların aksine; devrimci, idealist ve vatansever bir Sedat Simavi’yle karşılaştım” demişti.
Sedat Simavi ise o günlerde maddi olarak çok zor durumdaydı. Ailesini geçindirmek için Samsun’a gidip İsviçreli fındıkçıların yanında çalışmaya başlamıştı.
1938: Hükûmet Türk Basın Birliği’ni kuruyor
Türk Basın Birliği’nin (TBB) kuruluşu öncesinde basınla ilgili bir dizi gelişme yaşandı. Öncelikle 1930’da kurulup kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) destekleyen muhalif gazetecilerin yurt dışına gönderilmesi tartışıldı.
TBMM’de 1931 yılında yapılan bu tartışma, yeni Basın Kanunu tasarısının komisyon çalışması gibiydi. “Muhalif gazetecilerin ‘gem almasını’ sağlayacak tedbirler” yeni Basın Kanunu tasarısına eklendi.
Türkiye’de devletin basın denetim piramidinin ilk yüzünü oluşturacak olan 1931 Basın Kanunu, “iç istikrarı sağlamak” gerekçesiyle TBMM’de itiraz görmeden kabul edildi. Hükûmet, yurt dışına gönderilmesi tartışılan muhalif gazetecilerin bazılarını meslekten çıkardı.
Birinci Basın Kongresi’nde (BBK), gövdesini gazetecilerin oluşturacağı TTB’de; matbaacılar, teknisyenler ve ilancılar gibi basına bağlı tüm kolların temsili kararlaştırıldı. Basın iş kolunun bileşenlerini kapsayacak olan TBB, İtalya ve Almanya’daki gibi korporatist bir basın meslek odası olacaktı.
Çok partili demokrasiye geçiş ve ‘basın ayaklanması’
Kongre, TBB için yasa ve tüzük hazırlanması amacıyla bir kurucu heyet seçti. Heyet Başkanı, iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) bağlı Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay’dı. Heyet, Birinci Basın Kongresi’nin TBB’yi kurma kararını hükûmete bildirdi ve bazı değişiklikler yapılarak bu karar kabul edildi.
Bu dönemde, 1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Beyannamesi imzalandı. San Francisco Konferansı’na davet edilen Türkiye, BM’nin de kurucu üyeleri arasında yerini almış oldu. Milli Şef İsmet İnönü’nün demokrasiye geçiş kararını açıkladığı 19 Mayıs 1945 konuşmasıyla Türkiye’nin seçimi dış politikayla eşgüdümlü olarak iç politikaya da yansıtıldı. Türkiye’de Milli Şef dönemi bitiyor ve çok partili demokrasiye geçiş süreci başlıyordu.
Baskıcı tek parti döneminin ardından “demokrasiye geçiş,” etkisini önce TBB kongre mücadelesinde, 1945 kuşağı gazetecilerin deyişiyle ‘basın ayaklanması’nda gösterdi. Onlara göre Türkiye’de demokrasi hareketi bu kavgayla başlamıştı. Mücadelenin lideri, tanıdık bir isimdi: Sedat Simavi.
Gazeteciler, siyasi vesayetten kurtulmaya çalışıyor
TTB, basını kontrol altında tutmak amacı güden hükûmet tarafından 1938 yılında özel bir kanunla kurulmuştu. O günlerde gazetecilik yapabilmek için baro niteliği taşıyan birliğe üye olmak zorunluydu. Gazeteciler birliğe güçlükle giriyor, kolayca atılabiliyordu. Birlik’te egemen güç patronlardı. Sosyal güvenliğin adı bile anılmıyordu. Sayıları giderek artan lise ve üniversiteli genç gazetecilerin sesleri duyulmuyordu. Kısacası, gazeteciliğin sınırlarını CHP çiziyordu. Tıpkı şimdiki gibi değil mi? “Nasıl gazetecilik yapılacağını” dün CHP belirliyordu, bugün Adalet ve Kalkınma Partisi… Tarih bir kez daha tekerrür ediyor.
Bundan sonrasını yine Barutçu’nun aynı kitabından alıntılayalım:
- Gördükleri baskı ve haksız muamele, genç ve eğitimli gazetecilerin öfkesini biliyordu. Örgütlenmeye başladılar. Pastanelerde, evlerde, matbaalarda, toplanıyor; Milli Şef döneminin anti demokratik cemiyeti Türk Basın Birliği’nin kemikleşmiş yönetimini nasıl devireceklerini tartışıyorlardı. Osmanbey’de Suna Pastanesi’nde toplandıkları gün neticeye ulaşmışlardı: Bizim ‘çalışan’ ve ‘çalıştırana’ karşı tarafsız, anlayışlı, insaflı, korkusuz ‘çalıştıran’lardan bir lidere ihtiyacımız var.
Peki ama kim? Günler geçiyor, uygun bir isim üzerinde uzlaşamıyorlardı. Bu kısır arayışa, Sadun Galip Savcı ve Kemal Onan son verdi: “Bulduk! Sedat Simavi…”
‘Çalışma güvenliğinden ve yayın hürriyetinden yoksunuz’
Hemen hemen hepsi Sedat Simavi ismini zaten duymuştu. 7 Gün dergisinin sahibiydi. Matbaasında geniş yelpazeli yayıncılık yapıyordu. Onu daha yakından tanıyan Galip Savcı ve Con Kemal (Onan) ise Simavi’yi diğerlerine şöyle anlatıyordu:
- İçine kapanık bir insan olduğu için pek kimseyle görüşmez. Sağlam karakterlidir. İleri görüşlü, dürüst. Sözünü kimseden, gözünü budaktan esirgemez. Daima çalışandan yanadır, yardımsever bir insan.
Bu öneriyi bir süre değerlendiren genç gazeteciler bir solukta 7 Gün gazetesinde Sedat Simavi’nin köhne odasına gittiler. Kapıyı Simavi açmıştı. Ona “liderleri” olması için teklifi ilettiler. Sorunlarını anlattılar:
- İki şeyden yoksunuz Sedat Bey. Çalışma güvenliğinden ve düşünce ile yayın hürriyetinden. Her ikisinin kaynağı da başımızdaki rejim. Biz savaşa kendimizden başlamak istiyoruz. Eğer Basın Birliği’nin yönetimini ele geçirirsek, Birliğin üstesinden geliriz. Daha sonra da sosyal adalet yolunda savaşa girişiriz. Kendimizin de, memleketin de kaderini bu kötü baskı sisteminden kurtarmak basının baş görevi değil midir?
Sedat Simavi genç gazetecileri sabırla dinledi ve onlara maddi ve manevi desteğini esirgemedi. “Beni aday gösterin” dedi.
TTB’nin gergin geçen İstanbul ve Ankara kongrelerinden istenilen sonuç alındı. 6 Aralık 1945’te İstanbul Kongresi’nde Hakkı Tarık Us’un yerine Sedat Simavi; 4 Ocak 1946’da Ankara’daki genel kongrede Falih Rıfkı Atay’ın yerine Hüseyin Cahit Yalçın başkan seçilmişti. Böylece gazetecilik mesleği siyasi vesayetten kurtuluyordu.
2. Dünya Savaşı’nın Türkiye medyasına etkisi
İkinci Dünya Savaşı’nın sonu geldi. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimleri yıkılmış, genel olarak dünyada demokrasi rüzgarları esmeye başlamıştı. Bu Türkiye’yi de etkilemişti. İnönü’nün koltuğu sallanmaya başlamıştı.
Nitekim Şubat 1945’te ABD Basın Özgürlüğü Komisyonu’ndan bir heyet Türkiye’ye ayak basıyor; İstanbul ve Ankara’da siyasilerle yapılan görüşmelerde basın özgürlüğünün demokrasi ve barışın ön koşulu olduğunun altı çiziliyor ve katı sansürün kaldırılması isteniyordu.
Kuşkusuz o dönemde önerilen bu koşullar, kurulan yeni dünya düzenine uyum sağlanması sürecinde Türkiye’deki iktidar sahipleri tarafından dikkatle değerlendirilmek ve önemsenmek zorundaydı.
Dönemin şartları gereği Türkiye zaten savaşı kazanması muhtemel olan müttefiklerin yanında yer almak konusundaki kararlılığını, 2 Ağustos 1944’de Almanya ile olan ilişkilerini keserek göstermişti. 23 Şubat 1945’te Türkiye formalite icabı da olsa Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek savaşı kazanan müttefikler yanında yer alma iradesini de açık şekilde ortaya koymuştu.
Kısacası Türkiye artık Batılı müttefiklerin yanında yer alarak demokratik ve çoğulcu parlamenter sisteme dayalı rejimi benimseyeceğinin işaretlerini savaşın galibi olan ülkelere/güçlere vermeye çalışıyordu.
Bu açıdan bakıldığında, 1946 yılında yapılan çok partili seçimlerin de bu yapılanmanın bir gereği ve ayrıca doğal sonucu olduğu yadsınamaz. Böylesine bir demokratikleşme hamlesinin başlangıcında Türkiye, basın özgürlüğü konusunda da kayıtsız kalamazdı.
1946: Basın Birliği Kurumu lağvediliyor
1938 yılında kurulan Basın Birliği Kurumu (BBK), basında özgürleşme ve demokratikleşme hareketlerinin önünde, o dönemde yapısı itibariyle bir engel oluşturmaktaydı. Basın Birliği, yaptırım gücünü yasadan alan zorunlu bir denetim kurumuydu.
Savaş sonunda Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Batılı ülkelerdeki basın örgütlerini incelemek üzere Hüseyin Cahit Yalçın’ı Avrupa’ya gönderdi. Yalçın, dönüşte verdiği raporda, yurt dışında Türkiye’deki Basın Birliği’ne benzer bir örgütün bulunmadığını belirterek hükûmetten bu konuda etkin önlemler alması yönünde görüş ifade etti.
O günlerde bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçların da zorlamasıyla Basın Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, Türkiye’nin tercihinin ileride Batılı demokratik ülkelerin oluşturduğu ittifak içinde yer almak biçiminde olacağının belli olmasından sonra, 30 Mayıs 1946 tarih ve 4932 sayılı kanunun 18 Haziran 1946’da yürürlüğe girmesiyle yasal olarak ortadan kaldırıldı.
Ancak bu kurumun ortadan kaldırılması ile basının ve gazetecilerin sorunlarının çözümü sağlanmış olmuyordu. Bu durumdan en çok etkilenen de kuşkusuz o dönemin gazetecileri olmuştu. İlk izlenimleri, Babıali’nin emektar gazetecilerinden Rakım Çalapala şöyle anlatıyor:
- Basın üzerindeki ağır baskı, yasaların tek maddesine dahi dokunulmadan Basın Birliğini yok sayıp gazetecilerin meslek teşkilatsız kapının önüne bırakılışı Babıali’de bir garip sürpriz olarak karşılandı. Hakkı Tarık Us’un bazı taraftarları, Birliğin bütün varlığının devlet hazinesine intikal edeceği propagandasını yaymaya başladılar. Bütün yıkıcı gayretlere karşı gazetecilerin büyük çoğunluğu meslek kuruluşunun devamlılığını ve haklarını korumak için Sedat Simavi’nin çevresinde kenetlendiler. (Gazeteciler Cemiyeti ve 40 Yıl, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 1987, s. 81)
Bu gelişmeler karşısında, merkezi İstanbul’da olan bir meslek kuruluşunun faaliyete geçeceği konusunda yapılan açıklama gazetecilerin rahatlamalarını sağlamıştı. Oluşturulan çalışma grubu, Gazeteciler Cemiyeti’nin tüzüğünde, o tarihe kadar Türkiye’de gazetecilik mesleği ile ilgili bir başka kurumda olmayan bazı ilkelerin yer almasını sağladı ve bunlar uygulanmaya başlandı.
1946’da Gazeteciler Cemiyeti, 1948’de Hürriyet kuruldu
- Yenilikçi ve özgürlükçü görüşlerin ışığı altında hazırlanan Gazeteciler Cemiyeti tüzüğünde, o güne kadar hiçbir mesleki kuruluşta görülmemiş olan sosyal yardım ve dayanışma ilkeleri yer aldı. Evlenenlere, çocuğu olanlara, hastalananlara, işsiz kalanlara, darlığa düşenlere çeşitli sosyal yardımlar öngörüldü.
- 10 Haziran 1946 günü İstanbul Valiliği’ne verilen dilekçe ile Gazeteciler Cemiyeti resmen kuruldu ve tüzüğü Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. Kurucular arasında Sedat Simavi, Sadun Galip Savcı, Cihan Baban, Hayri Alpar, Sait Kesler bulunuyordu. Cemiyetin sıfır olan kasasına Sedat Simavi 5 bin lira (o dönem dolar 2,5 liradan işlem görüyordu) katkıda bulundu. Diğer gazete sahipleri de gerekli katkıda bulundular.” (aynı eser, 81-82)
Bu arada Türkiye’de ekonomi bozuluyor, lira değer kaybediyordu. Sedat Simavi’nin bu zor günlerde, 1 Mayıs 1948’de yeni ve iddialı bir günlük gazete olarak Hürriyet’i kurması, asılsız iddiaları beraberinde getirdi.
Simavi’nin 7 Gün dergisinden kazandığının yeterli bir birikim oluşturmadığını savunanlar, İsrail devletinin aynı ay içinde kurulmasından da hareketle Hürriyet’in “Yahudi sermayesi” tarafından desteklendiğini öne sürdüler.
Türkiye’de antisemitizmin yükseldiği yıllardı. Babıali patronları arasında sert rekabet vardı. Birbirlerine karşı “çamur at izi kalsın” politikası uyguluyorlardı. Hürriyet’in uzun süre yaşamasının zor olduğunu ileri sürenlerin iddiaları, bu ortamın da bir sonucuydu.
‘Yahudi sermayesi’ dedikodusu nasıl çıktı?
Bu iddia, ABD’den sipariş edilen Dublex marka baskı makinesinin Türkiye mümessili Burla Biraderler ile Sedat Simavi arasındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. İddiaya göre, Yahudi tüccar Burla Biraderler, sermaye koyup ekonomik sıkıntı içindeki Simavi’nin gazetesine ortak olmuştu.
Simavi’nin ekonomik sıkıntı içinde olduğu doğruydu. Peki Burla Biraderler’in Simavi’nin gazetesine ortak olduğu doğru muydu? Bu sorunun cevabını Hürriyet’te gazeteci ve hukuk müşaviri olarak görev yapmış Hikmet Bil’den alalım:
- Sedat Bey, (oğlu) Haldun’u Amerika’ya yollamıştı. ‘Makine ısmarlandı, makine gelecek’ derken 7 Eylül (1946) devalüasyonu oldu ve makinenin fiyatı arttı. Halbuki her şey santim santim hesaplanmış. Matbaanın üzerine iki kat çıkılmış, iki üç tane linotip dizilmiş. Yukarısı yazı işleri olmuş, aşağıda eski derginin makineleri kaldırılmış, oradan bir koridor yapılmış ve yeni makineler konmuş. İşte o makinenin fiyatı yükselmiş ve Sedat Bey’de verecek para kalmamış.
- Bu satın aldığımız makinenin Türkiye temsilcisi Burla Biraderler’di. Burla Biraderler Sedat Bey’i tanıyor. 7 Gün’e buzdolabı reklamı filan verirlermiş. Bu ilişkiden dolayı Burlalar ile bir yakınlığı vardı Sedat Bey’in. Hatta Burlalar’ın babaları arada bir ziyarete gelirdi. Adamın Türkçesi çok bozuktu. Sedat Bey onunla Fransızca konuşurdu. Şimdi hatırlarım, ona müracaat etti. Adam da dedi ki: ‘Bu makinelerin acentesi benim. Fiyat yükseldi ama sen üzme tatlı canını. Ben fabrikaya yazarım. Ben bu farkı kabul ediyorum, derim. Sen bana ödersin. Ben de buna mukabil sana ilan veririm.’ Böylece Burlalar yardım ettiler. Sedat Bey aksi takdirde gazeteyi çıkaramayacaktı.” (İrem Barutçu, Babıali Tanrıları: Simavi Ailesi, Destek Yayınları, İstanbul 2004, s. 54)
12 Aralık 1953: Sedat Simavi hayatını kaybediyor
Hürriyet’i beş yıl yöneten Sedat Simavi, 11 Aralık 1953 cuma akşamı saat 20.05’te hayatını kaybetti. Simavi ailesini bu acı sarmıştı. O akşam Hürriyet’in Taksim’de Atatürk Kültür Merkezi’nin yanında bulunan ışıklı mahyası, Simavi’nin vefatını 30 dakika boyunca tüm İstanbul’a duyurduktan sonra karanlığa gömüldü.
Yas içindeki Hürriyet çalışanları gazetelerinin kurucusu Sedat Simavi’nin ölüm haberini hazırladı. Gazete, 12 Aralık 1953 tarihli nüshasında matemini siyah logo ile ifade etti. Birinci sayfada yazılarının yer aldığı sütun bu kez siyah çerçeve içinde boş bırakılmıştı. Ölüm haberi manşetteydi: “Sedat Simavi’yi dün kaybettik.”
1950’ler: Haldun ve Erol Simavi dönemi
Sedat Simavi’nin bedeni toprakla buluşmadan, Babıali’de Hürriyet’in geleceği üzerine dedikodular yoğunlaşmıştı. “Haldun ve Erol bu işi yürütemez, gazeteyi batırırlar” görüşü yaygındı.
Hürriyet’in başına geçen Haldun Simavi henüz yirmi sekiz yaşındaydı. Haldun Simavi, baba Simavi’den boşalan koltuğa oturduğunda genç yaşına rağmen iş birikimine ve deneyime sahipti. Babasının günlük gazete çıkarma kararı aldığı günden beri işin mutfağındaydı.
Hürriyet’in teknik servisini oluşturan da Haldun Simavi idi. Lise öğreniminin ardından Amerika’da modern gazetecilik ve baskı teknikleri üzerine kurs görmüştü. O günlerde gazetecilikte teknolojinin önemini kavramıştı.
Haldun Simavi, 15 Aralık 1953’te Hürriyet’in kapısından içeri girdiğinde her birime ağırlığını hissettirmişti. Haldun ve kardeşi Erol, babalarını kaybetmenin vermiş olduğu tedirginliği üzerlerinden atmış; Hürriyet’in baskı sayısı 200 bini aşmıştı. Bu tiraj, Haldun ve Erol kardeşlere büyük mutluluk getirmişti. Moral motivasyonları yerindeydi. Aralarında yaptıkları iş bölümüne göre Erol yazı işlerinden, Haldun ise idari işlerden sorumluydu.
1960 darbesi ve Hürriyet’in tutumu
27 Mayıs 1960 askeri darbesinde Hürriyet’in tutumuna değinmeden önce Türkiye’nin siyasi fotoğrafına kısaca göz atmakta fayda var.
1950’li yıllar, aynı zamanda 1920’lerde kır toplumu üzerine bina edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyolojik yapısının kente doğru dümen kırdığı dönemdi. 1960 Türkiye’sini daha iyi anlayabilmek için siyasetin toplumsal tabanındaki gelişme, bu sürece eklemlenen kentsel yapıdaki belirginleşme, ‘kır’ın kendi içerisindeki ticarileşme ve ulusal kapitalist pazardaki bütünleşme gibi faktörlerin yanı sıra siyasal ve iletişim teknolojilerindeki dönüşümü dikkate almak gerekir.
Demokrat Parti (DP) iktidarının antidemokratik uygulamalarına toplumun her kesiminden özellikle üniversitelerden sert tepkiler yükseliyordu. Köylerde ve şehirlerde toplum bölünmüş, CHP ve DP’lilerin gittiği kahvehaneler bile ayrılmıştı. Hemen hemen her gün Ankara ve İstanbul’da kitlesel olarak DP aleyhine mitingler, gösteriler yapılıyordu. Gösterilerde laiklik ve Atatürk ilkeleri ön plana çıkıyordu. Türk lirası, ABD doları karşısında hızla değer kaybediyordu. DP’ye ilk başlarda verilen halk desteği erimeye başlamıştı. Siyasi ekonomik tablo hiç iç açıcı değildi. Ordu içten içe kaynıyordu.
Bu koşullar altında 27 Mayıs 1960’ta Meclis’i fesheden ordu iktidara el koydu. Darbeye kadar olan dönemde Hürriyet gazetesi DP’li Başbakan Adnan Menderes’in icraatlarını birinci sayfadan genişçe görüyordu.
Haldun Simavi, Mayıs’ın 26’sını 27’sine bağlayan gece bir telefon sesiyle yatağından fırlamıştı. Arayan gazetenin neşriyat müdürü Selçuk Çandarlı’ydı. Gazeteyi “bağlayıp” gece 02.30 civarında matbaadan ayrılan Çandarlı, İstanbul sokaklarında tanklarla burun buruna gelince koşar adımlarla Hürriyet’e döndü. Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesine tanıklık eden Çandarlı, gördüklerini telaş içinde Haldun Simavi’ye anlatıyordu:
— Haldun Bey sokaklar asker dolu, sanırım ihtilal oldu.
— Emin misin, örfi idare (sıkıyönetim) olmasın?
Hürriyet’in 27 Mayıs için ilk baskısı toplatılıp yakıldı
Hürriyet’in genç patronları gazeteye ayak basar basmaz baskıyı durdurdular. 27 Mayıs 1960 tarihli Hürriyet nüshalarının akıbetini Oktay Ekşi şöyle anlatacaktı:
“Hürriyet’in 27 Mayıs sabahı yayımlanan nüshası, asıl basılan değildir. Asıl basılan gazete yok edilmiştir. O gazetede Adnan Bey’in Eskişehir’de yaptığı konuşma manşete çekilmiştir. Hürriyet, ‘Önümüz açık, Türkiye’nin önü açık’ gibi bir manşetle çıkacakken, gece yarısı darbe olunca basılan gazetelerin hepsi toplanıp yakılmış ve Hürriyet, ‘Ordumuz yönetime el koydu’ manşetiyle çıkmıştır.”
Hürriyet, 27 Mayıs 1960 sabahı, “Türk ordusu vazife başında. Silahlı kuvvetlerimiz bütün yurtta idareyi fiilen ele aldı” sürmanşetiyle çıktı. Oysa 27 Mayıs öncesinde Hürriyet gazetesi üstü açık-kapalı DP iktidarını desteklemişti. Gençler meydanlarda “Menderes istifa” diye bağırırken, Hürriyet DP hükûmetinin icraatlarına geniş yer ayırıyor ve pembe bir tablo çiziyordu.
Şimdi küçük bir parantez açıp Erol Simavi yönetimindeki Hürriyet’in askeri darbeler konusundaki tavrına değinelim. Hürriyet’in patronunun 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerine etkisi ya da desteği var mıydı? Bu sorunun cevabını Erol Simavi veriyor:
Erol Simavi: Türkiye’de birinci kuvvet basındır
- Şimdi şekerim, basın doğruyu yazdığı sürece, ona karşı her zaman tepki ve nefret vardır. ‘Ben basını çok seviyorum’ diyen insanların yüzde 99’u aslında sahtekârdır. Sanki bizler birer umacıymışız gibi bizimle korkudan ahbaplık ederler. Hâlbuki hepimiz onlar gibi insanızdır. Basın için dünyada, ‘Beş büyük kuvvetten biridir, dördüncü kuvvettir’ derler. Bu söz, Türkiye için geçerli değil. Hâkimiyet, elbette, ‘Kayıtsız şartsız milletindir’. O başka. Ama birinci kuvvet Türkiye’de ordu mu? Hayır. Basındır. İkincisi ordudur. Çünkü orduyu, ihtilallere basın hazırlar.” -Kırk Yılın Tecrübesiyle Erol Simavi Konuşuyor, Hürriyet Gazetesi, 13 Mayıs 1988 – (İrem Barutçu, Babıali Tanrıları: Simavi Ailesi, Destek Yayınları, İstanbul 2004, S.287)
Erol Simavi burada darbelerle ihtilalleri karıştırıyor. İhtilalleri kalabalık halk toplulukları yapar, köklü değişimlere neden olur, Fransız İhtilali gibi. Darbelerde ise silahlı bir grup, halk iradesini yok sayarak yönetime el koyar. “Hürriyet’in darbelere karşı tavrı ne olmuştur?” sorusuna cevap arayacak olursak, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri öncesindeki Hürriyet sayfalarını ve köşe yazarlarını okumak gerekir. Sadece Hürriyet mi? Dönemin basınının büyük çoğunluğunun askeri darbelere açık destek verdiği bilinen bir gerçek.
1970’ler Hürriyet’te Nezih Demirkent dönemi
Yarım asır önce Babıali’de “mektepli” gazeteci yok denecek kadar azdı. Mesleğe alaylılar egemendi. Bilgi, bir kuşaktan diğerine usta-çırak ilişkisiyle aktarılıyor, gençler mesleğin inceliklerini aktarıldığı kadar ustalarından öğreniyordu.
Erol Simavi ise kimseyle uzun süre çalışmazdı. En yakın dostlarından bile sıkılırdı. Buna sofrasında sohbet ettiği insanlar da dâhildi. 10 yıl boyunca Hürriyet’in genel müdür koltuğunda oturmuş, Hürriyet’in kurumsallaşmasında önemli ölçüde emeği geçmiş Nezih Demirkent de bunlardan biriydi.
Demirkent, gazeteden uzaklaştırılmasını hiç ama hiç içine sindiremedi, kabul etmedi. Dost sohbetlerinde, “Kırgınlığım nedeniyle 1980’den sonra aileye yakınlığım hiç olmadı” diyor ve detaylara girmekten kaçınıyordu. Demirkent’in Simavilerle hukuku çok eskiye dayanıyordu. Hürriyet’ten uzaklaştırılmasını kabullenmeme nedeni de buydu.
Nezih Demirkent gazeteciliğe 1950 yılında Son Saat gazetesinde başlamıştı. Bir süre Yeni Sabah’ta görev aldı. Simavi İmparatorluğu’na, Haldun ve Erol kardeşlerin çıkardığı kısa ömürlü bir fikir gazetesi olan Yeni Gazete’de çalışmaya başlayarak dâhil oldu.
Orhan Erkanlı’nın genel idare müdürlüğüne getirilmesinin ardından, Hürriyet’te yeniçeri ayaklanmasına benzer bir isyan yaşanmıştı. Olayın duyulmasının ardından Nezih Demirkent, Erol Simavi’ye giderek “Yeni Gazete’deki ekibimle her zaman arkanızdayız, gerekirse Hürriyet’i hazırlar basarız” diyecekti.
‘Nezih Abi’ formülü ile tiraj ikiye katlandı
Demirkent önce Erkanlı’nın yardımcılığına, 4 Eylül 1970’te onun Hürriyet’ten ayrılmasından sonra da müessese müdürlüğüne getirildi. Genel yayın müdürü Muammer Kaylan’ın Türkiye’yi “kaçarcasına” terk etmesinden sonra Demirkent yazı işlerinde ağırlığını kabul ettirecekti. Gazetenin künyesinde her ne kadar isminin karşısında “genel müdür” yazsa da artık yazı işlerinin patronuydu.
Yalçın Kamacıoğlu, Nezih Demirkent’in Hürriyet gazetesinin tepesine nasıl yerleştiğini şu sözlerle dile getiriyor:
- Nezih Bey, odasındaki bütün masrafları kısıyor. Abuk sabuk harcamaları önlüyor. Kavga gürültü olduğu zaman yazı işlerindeki belli arkadaşların ‘ağabey’ gibi arkasında duruyor. Belli arkadaşlarla Sultanahmet’te uzun yürüyüşler yapıyor. Yazı işlerinde, ‘Nezih ağabey gelirse bu kargaşadan kurtuluruz’ diye genel bir kanaat oluşuyor. Çok açık söylemek gerekirse, o kargaşa ortamında, Nezih Bey o andaki en iyi adaydı. Ve tabii bu arada Nezih Bey, Erol Bey’e diyor ki: ‘Yazı işlerinden bana reaksiyon gelmez. Ben arkadaşlarımla beraberim.’ Bu havayı veriyor. Nitekim kısa bir süre sonra yazı işlerinde Nezih Bey’in hazırlığını reaksiyon göstermeden kabul edecek bir platform oluştu. Yeni Sabah’tan, Yeni Gazete’den o ekip geldi. Tirajı 280 binlerden aldık, 10 yıl sonunda bıraktığımızda 560 bin civarındaydı.”
Ve Demirkent, “padişah” diye hitap ettiği Erol Simavi’nin gönlündeki yerini sağlamlaştıracaktı. Kâğıt nereden geliyor, kaça geliyor, kim hangi kamyonu tutuyor, ne kadar para ödeniyor, mesaiye kalmak gerekli mi, mesaiye kalmak yerine başka çalışan işe alınsa daha mı ekonomik olur? Bütün bunlar Nezih Demirkent’in sorduğu sorulardı.
Demirkent’in Erol Simavi ile iktidar savaşı
Ama ilk 10 yılın sonunda işler değişti. Erol Simavi, “Benim paramı benden çok koruyan adam” diye övdüğü Nezih Demirkent’i, “Hürriyet’teki görevini suistimal ederek ticari kazanç sağlamakla” itham etti. Demirkent’i görevden almakla yetinmedi, bu iddiasını her fırsatta, hatta 1989 yılında dönemin başbakanı Turgut Özal’ın sofrasında, gazeteci meslektaşlarının gözleri önünde de tekrarladı. Sözü, uzun yıllar Hürriyet’te başyazarlık yapan Oktay Ekşi’ye bırakalım:
- Nezih Demirkent, Erol Simavi’nin gazete sahipliğini neredeyse bastırabilecek kadar ön plana çıkmıştı ve bunun Erol Simavi’nin dünyasında rahatsızlık yarattığını duyuyorduk. Erol Bey’in İzmir’de yaşamayı tercih ettiği dönemdir bu dönem.
Hürriyet’te genel müdür olmak yalnızca gazeteyi yönetmek demek değildi. Aynı zamanda Erol Simavi’nin çevresini yönetmek gerekiyordu. Nezih Demirkent, işte bu önemli detayı kimi zaman bile bile, göz göre göre atlamış; patronun, çeşitli isteklerle kendisine başvuran dostlarını zaman zaman geri çevirmişti. İşte bu kişiler, Simavi’nin Demirkent konusundaki rahatsızlığında tamamlayıcı olacaktı.
Hasan Pulur’un anlattığına göre; Demirkent için sonun başlangıcını getiren önemli faktörlerden biri de patronla arasındaki iktidar savaşıydı. “Nezih Demirkent” adı, 11 Aralık 1981’de Hürriyet’in künyesinde son kez yer aldı. Basının zirvesinde yaklaşık 11 yıl süren iktidarı, bir hafta içerisinde yıkılıyordu. Pulur; Demirkent’in, omuz omuza çalıştığı bazı meslektaşlarını odasına çağırıp “Benden sonra bu makama Arda Bey gelecekmiş” dediğini aktarıyor.
Arda Gedik ve Çetin Emeç dönemi: Yazı işleri ve mali yönetim ayrıldı
Bu dönemde Hürriyet, tiraj artışı ile birlikte hızlı büyümenin sıkıntılarını yaşıyordu. Üst yönetimde rekabet ve kıran kırana bir mücadele vardı. Demirkent’in ayrılmasından sonra gazetenin genel müdür koltuğuna gerçekten Arda Gedik oturdu. Takvim yaprakları 23 Mayıs 1983’ü gösteriyordu.
Erol Simavi’nin Arda Gedik’e sevgisinin evlat sevgisi kadar güçlü olduğu söylenir. Simavi’ye yakın kaynaklara göre bu davranış şaşırtıcı değildi. Hürriyet patronu, “Aynı uçakta uçamayalım, ikimize de bir şey olursa gazete batar” gibi iltifatlarla yakın kurmaylarının gönlünü almayı iyi bilirdi.
Kaldı ki Arda Gedik, Erol Simavi’nin gönlünde sıradan bir üst düzey kurmaydan öte bir konuma sahipti. Aileden biriydi. Bu faktörler Arda Gedik’i Hürriyet’te patrondan sonraki insan konumuna getirmişti.
Nezih Demirkent döneminde, yazı işleri ile idarenin yönetimi ayrılmıştı. Yazı işlerine Çetin Emeç, idareye Arda Gedik bakıyordu. Ne yazık ki bu koalisyonun akıbeti, Türkiye siyasi tarihindeki koalisyonlara benziyordu. Bu “iki dostun” ortaklığı çok uzun sürmeyecek, radikal bir rekabete dönüşecekti.
Arda Gedik daha işin başından itibaren “Çetin Emeç’e görevi ben verdim” diyordu. Babaları Demokrat Partili’ydi. Gedik’in deyişiyle “kader arkadaşıydılar.” Eşleri aynı kolejde, aynı sınıfta okumuştu; ailece görüşüyorlardı. Nezih Demirkent dönemine nokta koyulunca, patronuna Hürriyet’in genel yayın müdürlüğüne Çetin Emeç’in getirilmesini önermiş ve bu önerisinde diretmişti.
Arda Gedik “Çetin’i yemeğe çağırdım ve kendisine genel yayın müdürlüğüne getirileceğini bildirdim” diye anlatmıştı sonrasında olanları. Çetin Emeç ise bu sözleri sıcak karşılamamış ve “Keşke Erol Bey söyleseydi” demişti. Arda Gedik,” Bu görevi Erol Bey sana vermezdi, ben sana veriyorum. Bu görevi benden alırsın” diye yanıtlamıştı onu.
Gedik bu noktada Çetin Emeç’in huzursuzluğunu anlamış olacak ki farklı bir teklif getirmişti: “Hafta sonu patron, sen, ben; üçümüz yemek yiyelim. Erol Bey’in ağzından duy, senin genel yayın müdürlüğünü kabul ediyor.”
Bu görüşme Çetin Emeç’in ağzının tadını kaçırmış, moralini bozmuştu. Hürriyet’in genel yayın müdürü ve çalışma arkadaşları, Arda Gedik’in yazı işlerine müdahalesinden rahatsızlık duyuyordu. Gerginlik, Gedik’in genel müdür yardımcılığından genel müdürlüğe atanmasıyla daha da tırmandı.
Bu tırmanış, Çetin Emeç ile Arda Gedik arasında sert tartışmalar olacağının işaretini veriyordu. Emeç ve yazı işleri dışında Arda Gedik’in icraatından rahatsızlık duyanlar arasında, adı künyede geçmese de Hürriyet’in veliahtı (Erol Simavi’nin oğlu) Sedat Simavi de vardı.
1985: Arda Gedik ile yollar ayrılıyor
Bu rahatsızlık, artık Hürriyet’in ses geçirmeyen odalarının dışına taşmıştı. Çetin Emeç’in istifasının üzerinden daha bir yıl geçmeden Erol Simavi, Arda Gedik ile yollarını ayıracaktı. Hürriyet’in bir numarası ile aynı odayı paylaşan Arda Gedik, 1985 baharında gazeteye veda etmek zorunda kaldı. Erol Bey’in aynı kişilerle uzun süre çalışmayacağını bilen insanlar bu ayrılığı yadırgamadı. Bir sinema filmi gibiydi. Senaryo aynı, değişen oyunculardı.
Arda Gedik’in açıklaması ise Nasreddin Hoca’nın “düşmeseydim inecektim” hikâyesini hatırlatıyordu. “Ben aylar önce istifa edeceğimi bildirmiştim. Ayrılmam gerektiğini düşündüğüm için ayrıldım. Ayrılığımın Erol Bey’in odasına taşınmamla, yakınlığımla, gazetede kurduğum hâkimiyetle izah edilmesi mümkün değil” diyecek ve ekleyecekti: “Hatta ayrılınca, Erol Bey beni ‘yılın delisi’ ilan etti.”
Doğrusu, ABD seyahati dönüşünde istifa etmeyi önceden planlamamıştı. ABD’den Almanya’ya geçmiş, saat 06.30 gibi Erol Simavi’yi aramıştı. Arda Gedik o görüşmeyi şöyle anlatıyor: ”Açık söyleyeyim, ilk kez çok sevdiğim ve saygı duyduğum Erol Bey’in telefondaki konuşmasını sevmedim.”
Gedik, Almanya’dan derhal Türkiye’ye dönmeye karar vermiş ve istifa mektubunu uçakta, Seçkin Türesay’ın yanında kaleme almıştı.
‘İktidar da, muhalefet de gazetecileri sevmez’
100 yıllık Cumhuriyet döneminde sadece siyasi iktidarların değil, muhalefet partilerinin de gazetecilerden hoşlandığı söylenemez. İktidarlara göre gazeteciler eleştiriyi “sınırlı” yapmalıdır. Muhalefet partileri de iktidardan çok farklı değil; konu “eleştiri” olunca genelde aynı düzlemde buluşurlar; “havuç-sopa” politikası izlerler.
Cumhuriyet’in ilk günlerinden günümüze kadar değişiklik olmadı. Gazetecilerin başının üstünde her zaman “Demokles’in kılıcı” asılı durur. 1980’lerde Turgut Özal da kendinden önceki başbakanların izini sürüp gitti. Daha da ileri giderek “iki buçuk gazete kalacak” diyor, medyayı dizayn etmeye çalışıyordu. Özal’a göre toplum “az demokrasi ve az gazete” ile yetinmeliydi. Bu genel görüş, günümüzde de değişmemiştir.
Turgut Özal’ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde resmi gezilere katılmadığı bilinen Erol Simavi, Özal’ın Davos toplantısına ise katılmıştı. Simavi’nin Davos’taki otelde Özal’dan randevu istemesi, Zafer Mutlu tarafından sorgulanıyordu. Sözü, 44 yıl Hürriyet’e emek vermiş gazeteci Oktay Ekşi’ye bırakalım:
- Turgut Özal, nihayet 1988 yılının nisan ayı sonlarında gazetelerin kullandığı kâğıt fiyatlarına (yanlış anımsamıyorsam) yüzde 400 tutarında zam yaptığını ilan etti. Bu tüm basın organlarını zora sokacak bir karardı. İşte bu karara tepki niteliğinde olmak üzere 19 Nisan 1988’de Erol Simavi, Hürriyet gazetesinde Başbakan Turgut Özal’a hitaben bir açık mektup yayınladı.
Erol Simavi’den Özal’a: Mahalle kabadayısı
Erol Simavi’nin muhtıra niteliği taşıyan bu mektubundan bir süre önce Özal, Amerika’da “by-pass” (baypas) ameliyatı olmuştu. Simavi’nin mektubundan alıntılayalım:
- (…) Bir akrabam var… Türkiye’nin sayılı zenginlerinden. Kalbinden rahatsızdı. Yıllar önce Houston’da by-pass geçirdi. Belki bu konuda, bizim ‘duayen’lerdendir. Döndüğünde turp gibiydi. Kendisinden çok genç olan bizleri, öteki diyara uğurlayacak kadar da sağlıklı. Bir gün; hep koruduğumuz karşılıklı sevgi-saygı ilişkisi, incir çekirdeğini doldurmaz bir olay yüzünden bozuluverdi: Hiç yoktan aramızda tartışma çıktı.
- Baktım tanınmaz hâlde. O efendi adam gitmiş, yerine bir mahalle kabadayısı gelmiş… Tükürük ve sövgü saçan ağzını, külhanbeyi tavırlarını, şimdi bile utancın ısısı yüzüme vurarak hatırlarım. Onun da sebebini, ertesi gün, bir sonraki gün, çok düşündüm. Yine bulamadım… Bir akrabam daha vardı. Teyzezadem… Büyük hekim, iyi insan; rahmetli Profesör Cihat Abaoğlu. Olayın şoku hâlâ üzerimde; ona sordum. Güldü… ‘Sen de gül’ dedi ve anlattı: ‘By-pass ameliyatında, bir ara kalp durdurulur ya… O sıra, beyine 15-20 saniyelik bir oksijen akımı kesintisi olur ya… İşte ondandır. Herkeste değişik izler bırakır…
Özal ile barışınca tiraj 600 binden 300 bine indi
Başbakan’a açık mektup, sıkışan bir yayın boşalmasıydı. Başbakan Özal’ın basını zapturapt altına alma, muhalif sesleri havuç-sopa yöntemiyle susturma politikalarına bir başkaldırı, meydan okumaydı.
ANAP iktidarının ilk günlerinde, alışılmış deyimle basınla bahar havası yaşayan Turgut Özal’ın yerini, geçen birkaç yılın ardından, basını demokrasi adına yıkılması gereken oligarşik bir kuvvet olarak gören, sert çehreli ve asabi söylemli bir Özal almıştı.
1987 yılının kasım ayında yapılan genel seçimlerin ardından, basına kırgınlığını ve eleştiriye tahammülsüzlüğünü artık açıkça dile getirir olmuştu. Bu kavga çok uzun sürmeyecekti. Hürriyet’in 40. kuruluş yıldönümü vesilesiyle Erol Simavi ve Turgut Özal bir araya geldiler, sarılıp öpüştüler. Bir gün sonra üzülen Erol Simavi oldu. Hürriyet’in 600 binlik tirajı yarı yarıya azalmış, 300 bine kadar gerilemişti.
Komplo teorileri ve Çölaşan’a verdiği ‘özgür’ söyleşi
Simavi’yi eleştirmek isteyenler, Hürriyet ile İsrail’in kuruluşunun aynı aya rastlamasını hatırlatıp “Yahudi sermayesi” iddiasını dönem dönem ısıtırdı. Erol Simavi’nin mason olduğu iddiası da Babıali’de ve kamuoyunda sık sık gündeme gelirdi.
Erol Simavi ise sadece bu konularda değil, hiçbir konuda kolay kolay açıklama yapmaz, demeç vermezdi. Sahip olduğu gazete ve televizyonlarda boy göstermekten hoşlanmıyordu. Yıllar boyu fotoğraf vermekten de kaçınmıştı. Gazetecilerin röportaj taleplerini geri çeviriyordu. Sessiz, kendi halinde bir insandı. Bu sessizlik 1988 baharına kadar sürdü. Hakkında bir sürü dedikodu vardı. Daha fazla sesiz kalmak istemiyordu.
Hürriyet gazetesinin 40. yılıydı. Telefonun ahizesini kaldırdı, deneyimli gazeteci Emin Çölaşan’ı aradı ve “Eminciğim, gazetenin 40. yaşında benimle bir röportaj yapar mısın” diye sordu. Bu sözleri duyan Çölaşan da şaşırmıştı. Çünkü Erol Simavi röportaj vermek şöyle dursun fotoğraf çektirmekten dahi imtina ediyordu. Çölaşan, gizemli patronu Erol Simavi ile yapacağı röportajın heyecanını yaşıyordu. Tabii, Emin Çölaşan’ın da sorusu vardı patronu Erol Simavi’ye:
— Erol Bey, röportaj özgürce olacak mı?
— Özgürce olacak… Bak, bu onuru sana vereceğim.
Burada ister istemez şu soru akla geliyor: “Bir gazetecinin patronuyla yapacağı röportaj ne kadar ‘özgür’ olabilir?”
‘Demirel masondur’ manşeti tartışıldı
“Kırk Yılın Tecrübesiyle Erol Simavi Konuşuyor” manşetiyle 1 Mayıs 1988 tarihinden itibaren Hürriyet’te yayımlanmaya başlayan dizi röportajın çok ses getirdiği ve çok eleştirildiği bir gerçek. Tartışmaya açık olan “Röportaj özgürce olacak mı” sorusunun cevabı, bu dizinin yankılarında ve aldığı eleştirilerde yatıyordu.
Eleştirilerin odak noktasını ise Erol Simavi’nin Özal ile öpüşüp barıştığını ilan ettiği 4 Mayıs 1988 tarihli Hürriyet’in sürmanşetinde “Süleyman Demirel masondur” ifadesinin yer alması oluşturuyordu. Siyasi yasağı birkaç ay önce kalkmış olan Demirel’in merkez sağda Özal’ın en büyük rakibi olduğu göz önüne alındığında, bu manşet gazetecilik etiğiyle bağdaştırılamıyordu.
Simavi’nin açıklamaları masonluk ilkeleriyle de bağdaşmıyordu aslında. Türkiye masonlarının büyük üstatlarından Necdet Egeran’ın dediğine göre, hiçbir mason kendisinden başkasının mason olduğunu açıklayamazdı. Fakat bu röportajda Erol Simavi, kendisinin mason olduğunu söylemekle kalmıyor, Demirel için de “masondur” diyordu. Simavi, ayrıca, geçmişteki masonlar arasında padişahlar ve şeyhülislamların da bulunduğunu, zira masonların tek tanrılı her dine saygılı olduğunu vurguluyordu.
1980’ler: ‘Gazeteci patronlar’ gidiyor, müteahhitler geliyor
12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısında radikal değişiklikleri de beraberinde getirdi.
1980 öncesi gazete patronlarının büyük çoğunluğu, babaları da gazeteci olan gazetecilerdi. Ticari işlerle uğraşan gazete patronu yok denecek kadar azdı; asıl işleri gazetecilikti. Ticari faaliyetleriyle değil gazetecilik faaliyetleriyle ön plana çıkıyorlardı.
Sonraları Güneş ve Tercüman gazetelerinin müteahhitlerin eline geçmesi, basına medya dışı sermayenin girmesinin önünü açtı. Satın aldığı Güneş ve Günaydın gazeteleriyle güç toplamaya çalışan Asil Nadir’i, Uzan ailesi izledi.
Parayı bastıran gazete satın alıyor, iktidarla “ortak” çalışıyordu. Kapitalist sistemin ilk evrelerinde toplumsal yapıyı politikacılar belirlerken günümüzde sermaye ve patronlar politikacıların yönünü tayin ediyor. İtalya’da Silvio Berlusconi, Türkiye’de Uzan ailesi somut iki örnektir.
1991: Simavi anmasında patlayan bomba, Hürriyet’i sattırdı
O günler bir yandan da siyasi cinayetlerin güçlü kalemlere yöneldiği günlerdi. Abdi İpekçi cinayetine Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Kamil Başaran eklenmişti. Erol Simavi tedirgindi. 1991’de yaşanan bir olay bu tedirginliği pekiştirdi.
Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi, ölüm yıldönümü olan 11 Aralık’ta gazetenin üst düzey yöneticilerinin katıldığı bir törenle mezarı başında anılıyordu. Tören genellikle saat 10.00’da başlar, Simavi’nin kabri başında dualar okunurdu. O gün, kurucunun kabri başında bir bomba patladı. Bu bombanın gazete üst yönetimini ve Simavi ailesini hedef aldığı gayet açıktı. Nitekim dönemin Hürriyet Genel Müdürü Özcan Ertuna da MİT’ten, Erol Simavi’nin annesinin cenaze töreninde silahlı saldırıya uğrayacağı yönünde “uyarı” almıştı.
Gazeteci cinayetleri Erol Simavi’nin ruhunda zaten derin yaralar açmıştı. Anma töreninde kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ölümden dönmesi bardağı taşıran son damla oldu. Hürriyet’in satış sürecini hızla bitirmeye karar verdi.
Erol Simavi’nin Hürriyet’ine bankacı Erol Aksoy ortak olmuştu. Bu gelişme şaşırtıcı değildi. Erol Simavi ile Asil Nadir arasında gerçekleşen satış pazarlıkları, piyasada bu tip satışlara aracılık yapan üçüncü şahıslara Simavi’nin kapısını yeni tekliflerle çalabilme cesareti vermişti. Sahneye başka alıcılar da çıkmıştı: Uzanlar ve İngiliz basın kralı Robert Maxwell.
Özcan Ertuna anlatıyor: “Hürriyet’in satış görüşmeleri genellikle benim dönemimde olmuştur. Ancak hiçbir zaman Erol Bey’e ‘satalım’ dememişimdir. Daima Hürriyet’in vazgeçilmeyecek bir güç olduğunu söyledim.”
Erol Simavi’nin, Erol Aksoy ile “kan uyuşmazlığı” ayan beyan ortaya çıkmıştı. Dostlarının anlattığına göre, “Erol Simavi daima bankacılıktan uzak durmuştu.”
Arda Gedik de bu iddiayı doğruluyor. Genel müdürlüğü döneminde “Banka kurun” teklifleri aldıklarını söyleyen Gedik, ne patron Simavi’nin ne de kendisinin bu tekliflere itibar ettiğini, basının devletle ilişkileri kuvvetli branşlara girmemesi gerektiği inancında olduklarının altını çiziyor.
1994: Simavi ailesi Hürriyet’i Aydın Doğan’a sattı
1993 yılının haziran ayında Hürriyet’in yüzde 25’ini Erol Aksoy’a satan Erol Simavi, 1994 haziranda ise sattığı hisseyi geri istedi. Bu ne anlama geliyordu?
Birincisi; iş, siyaset ve medya çevrelerinde yaygınlaşmaya başlayan “Hürriyet, Erol Aksoy’un kontrolüne girdi” söylemleri Simavi ailesi ve gazete yönetiminde rahatsızlık yaratmıştı. İkincisi ise, Erol Simavi’nin gazetenin tümünü büyük bir gruba satmak niyetinde olmasıydı. Nitekim bu hedefine kavuştu.
29 Haziran 1994 tarihli Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin birinci sayfalarında, Hürriyet Holding’in yüzde 50’sinin Aydın Doğan’a satıldığı açıklandı. 10 Ağustos 1994’te Doğan’ın, Hürriyet’in yüzde 20’sini daha satın aldığı kamuoyu ile paylaşıldı. Böylece Hürriyet gazetesi Simavi ailesinin elinden çıkıyordu.
Böylece kırk yıllık basın patronu, basın sahnesinden çekiliyor, geriye eskilerin yeni kuşaklara aktaracakları bir “Erol Simavi efsanesi” kalıyordu.
20. yüzyılın başında ilk tohumları atılan “Simavi İmparatorluğu,” 21. yüzyıla gelirken sona eriyordu.
Erol Simavi ise 8 Haziran 2015’te, 85 yaşında Monaco’da hayatını gözlerini yumdu.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – KAYBOLAN BABIALİ’NİN ARDINDAN