Bir halatı karşılıklı olarak çekmek gibi… Sansüre boyun eğmiyorsanız o halatın bir ucuna hep asılıyorsunuz. Asılırken şunu da biliyorsunuz: Basın özgürlüğü kazanıldıktan sonra da halatı sıkıca tutmak gerekir. Bırakırsanız yine gider. Peki bunun bir bedeli yok mu?
“İzzet Kezer iyi bir gazeteciydi ve çok iyi bir insandı.”
Yıl 1992. Başladığımızda adı Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu olan ve mezun olurken İletişim Fakültesi’ne dönüşen üniversitemizdeki son yılımız. Hocalarımızdan Prof. Dr. Kurthan Fişek, bizi mesleğe hazırlarken, güncel basın ortamına aşinalığımızı artırmak için çeşitli gazetelerde muhabirlik, foto muhabirliği yapan gazetecileri derse getirirdi. Bu cümle onlardan birine, Kurthan Hoca’nın dersimize getirdiği İzzet Kezer’in bir arkadaşına ait. O yıllardan hâlâ görüştüğüm sınıf arkadaşlarımdan bazılarını aradım ancak o gazetecinin adını hatırlayan olmadı. Eğer bir biçimde bu yazıya denk gelirse, ona da buradan bir selam göndermek isterim.
Daha sonra Faruk Balıkçı ve Namık Durukan’ın kaleme aldığı, o dönem çok sayıda meslektaşımızı kaybettiğimiz bölge illerindeki gazetecilik anılarını içeren “Ölümün İki Yakasında” adlı kitapta, Cizre’ye 1992 yılı Newrozu’nu izlemek için giden İzzet Kezer’in katledildiği an ayrıntı olarak anlatıldı:
“İlçe halkı evlerine çekilmiş, sokaklar boşalmıştı. Gazeteciler de otele çekilmişti. 23 Mart gününün sessizliğini bir kadının acı feryatları bozdu. Kurtuluş Mahallesi’nden yükselen feryatlar, herkesin dikkatini bu mahalleye çekti. Yürekleri paralayan bu sese, haberci olarak kayıtsız kalmamız imkânsızdı. İzzet de hepimiz gibi makinesini kapıp bizlerle birlikte sesin geldiği yöne doğru hareket etti. Dışarıda resmi olmayan bir sokağa çıkma yasağı yaşanıyordu sanki. Kurtuluş Mahallesi’ndeki çığlıklara ulaşmaya çalışırken, üzerimize önce ‘tak, tak, tak’ ardından seri şekilde ‘takır takır’ mermi yağmaya başladı.
Duvarları kendimize siper ederek en yakınımızdaki eve sığındık. Silah sesleri dineceğine giderek artıyordu. Bir kez daha ölümün ürkütücü gölgesi düşmüştü üzerimize. Sığındığımız eve adeta hapsolmuştuk. Gazeteci arkadaşlarla uzun süre ne yapacağımızı tartıştık. Bu arada oteli arayarak yardım istedik. Ancak bize, fiili olarak sokağa çıkma yasağı olduğu bildirildi.
Bir an önce evden ayrılarak otele dönmek istiyorduk. Bu sırada bir arkadaşımız savaş ortamında yapılan ve kural hâline gelen bir öneri attı ortaya: Beyaz bayrak sallayarak otele dönecektik. Benim (Faruk), ‘Beyaz bayrağımız sonra kırmızıya boyanmasın, hava karardıktan sonra otele dönelim’ şeklindeki ısrarıma kulak veren olmadı. (…) Silah atışları susmuyordu, aramızda panik başlamıştı. Üzerimize yağmur gibi gelen mermilerden korunmak için birbirimizin altına girip korunmaya çalışıyorduk. Ancak yaşadığımız panik nedeniyle altta olan, saniyeler içinde üstte, üstte olan da altta buluveriyordu. Sürekli birbirimizi kendimize siper ederek korunmaya çalışıyorduk.
(…) Üst üste yığılmış on kadar gazeteci canımızı kurtarmaya çalışırken, bir anda 5 metre kadar gerimizde, yol ortasında bir arkadaşımızın elinde bayrak, boylu boyunca kanlar içerisinde hareketsiz yattığını fark ettik. Aynı gazetede çalışan arkadaşı Uğur aniden ayağa kalkarak; ‘İzzet, İzzet, İzzet’i vurdular! Alçaklar, İzzet’i vurdular’ diye bağırmaya başladı.”
5 yıl sonra, dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’nun, “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle açıklanmayan 11 sayfalık bölümünde, daha önce “çatışmada öldü, iç çekişme nedeni ile öldü” gibi nedenlerle failleri bulunmayan sekiz gazetecinin, “devlet içinde yuvalanan çeteler tarafından öldürüldüğü” bilgisi yer aldı. Onlardan biri de İzzet Kezer’di. Öldürüldüğünde henüz 38 yaşındaydı.
Bir yandan derslerde, Türkiye’nin basın tarihinin, sansür ve basın özgürlüğü için verilen mücadeleler tarihi olduğunu okuyorduk, diğer yandan da, gazetecilerin ölüm haberlerinin geldiği bir mesleğe kendimizi hazırlıyorduk.
Daha sonra da Tuğrul Eryılmaz’ın yayın yönetmenliği yaptığı Nokta’daki staj ve kısa süreli çalışma dönemimin ardından görev yaptığım Gerçek dergisinin Diyarbakır temsilcisi Namık Tarancı, 20 Kasım 1992’de silahlı saldırı ile katledildi. Aramızdan alındığında henüz 37 yaşında olan Namık Tarancı, kendisinden 2 ay önce 20 Eylül 1992’de yine Diyarbakır’da katledilen Musa Anter’in cinayetinin de aralarında olduğu cinayetlerin arkasındaki perdeyi aralamak için uğraşan gazetecilerden biriydi. O dönem devletin resmi konseptine bağlı bir vurucu güç olarak kullanılan ve bu nedenle de “Hizbulkontra” olarak anılan yapının üzerine gidiyordu.
Ardından, kitaplarını ve yazılarını atlamadan takip ettiğim, okulumuza da konuk olan, “araştırmacı gazetecilik” deyince adını ilk hatırladıklarımızdan Uğur Mumcu’yu kaybettik. 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara’da evinin önünde bulunan arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu hayatını kaybettiğinde henüz 50 yaşındaydı. Mahşeri bir kalabalığın olduğu cenaze töreniyle uğurlamıştık onu.
O yıllarda sivil polislerin sokakta beni bir köşeye çekip Gerçek dergisinde çalışmamam için telkinlerde bulunduklarını hatırlıyorum. Aynı uygulama bugün de bir yönetme geleneği, bir polis bakiyesi olarak devam ediyor.
8 Ocak 1996 günü, Evrensel’deki çalışma arkadaşım Metin Göktepe iki tutuklunun cenaze törenini izlemek için gittiği Alibeyköy’de görevi başındayken gözaltına alınmış ve götürüldüğü Eyüp Kapalı Spor Salonu’nda dövülerek öldürülmüştü. “Bu haberi mutlaka ben izlemeliyim arkadaşlar” diyerek gittiği o sabah henüz 28 yaşındaydı.
21 Ekim 1999 günü de, üniversiteden Siyaset Bilimi hocam, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu ile benzer bir bombalı saldırıyla aramızdan alındı.
1990’lı yılların ilk yarısından itibaren çok sayıda Kürt meslektaşımız katledilmişti. O yaşananların belli bir bölümü “Press” adlı belgeselin de konusu oldu sonra.
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink katledildiğinde, Evrensel’in binası da Şişli’deydi. 19 Ocak 2007 günü Hrant Dink’in vurulduğu haberi televizyonlardan altyazı olarak geçince fırlayıp Agos’un önüne gittiğimde kanlar içinde, üzerinde gazete örtülü olarak yattığını hatırlıyorum.
‘Evet, bir Norveç değiliz’
Türkiye’nin basın tarihi ya da “faili meçhul” bırakılmış gazeteci cinayetleri tarihi anlatıldığında Hrant Dink’e kadar, Ermeni gazetecilerin bu tarihteki yerlerinden çok az söz edilirdi. Bu öğrenilmiş, ideolojik bir körlük gibiydi. Hrant Dink cinayetinin ardından, İstanbul’daki Basın Müzesi’nde öldürülmüş gazetecilerin fotoğraflarının yer aldığı bölüme Ermeni gazetecilerin de fotoğrafları konuldu.
Buraya kadarki bölümün biraz ağır ve kanlı olduğunun farkındayım. Ama bunun nedeni bir tercihten öte Türkiye’nin kanlı canlı bir basın tarihine sahip olması. Hatta bizdeki basın davalarında yargılanan gazeteciler ile avukatlarının, bu tarihe atıfla “Biliyoruz, bir Norveç değiliz” dediklerine de tanığım.
Türkiye’de basın tarihine dair bir çalışma, bunun aynı zamanda bir sansür tarihi olduğunu atlıyorsa ciddiye alınamaz.
Bununla birlikte, basın ve sansür ilişkisinden söz ettiğimizde, kuşkusuz salt Türkiye’ye ya da Doğu’ya dair bir sorundan bahsetmiyoruz. Dünyanın herhangi bir coğrafyasında çeşitli toplumsal aktörler ve sınıflar arasındaki güçler dengesi, basın özgürlüğünü içerecek bir düzlemin gerisinde bir yere tekabül ediyorsa, öyle bir yerde düğümleniyorsa, o düğüm gazetecilerin boynuna dolanan bir ilmeğe kolaylıkla dönüşebiliyor. Demokrasi yoksunluğunun ya da demokratik teamüllerden geriye düşüşün sonuçlarını en ağır yaşayanlar arasında gazeteciler hep önemli bir yer tutuyorlar.
Örneğin Türkiye’de AKP iktidarı döneminde Kürt sorununda “açılım” iddialarından vazgeçilmesi ve masanın devrilmesiyle birlikte Kürt gazetecilere dair davalarda “örgüt üyeliği” suçlamasının otomatiğe bağlanması gibi. Ya da iktidarın, bir gazetenin yayın politikasındaki değişimden hoşnutsuz olmasının o gazeteye dönük operasyon için düğmeye basılmasına gerekçe olabilmesi gibi (Cumhuriyet davası).
Bir haberin, bir savaşa giden yolun taşlarını döşeyebilmesi ya da aynı şekilde bir haberin barışın tesisinde iş görebilmesi; bir haberle bakanların, başbakanların, hükûmetlerin istifa etmesi, gazetecilikle sansür arasındaki denklemin de çok tutkulu bir ilişki olarak yaşanmasının nedenini oluşturuyor.
Başka bir coğrafyadan bir örnek ile devam edelim. ‘Panama Belgeleri’nin Malta ayağına dair haberler yapan gazeteci Daphne Caruana Galizia, 16 Ekim 2017’de Bidnja semtindeki evinin yakınında otomobiline yerleştirilen zaman ayarlı bombanın patlatılması sonucu hayatını kaybetmişti. Galizia, ölümünden 8 ay önce, Dubai merkezli gizemli 17 Black Limited isimli şirketin varlığını ortaya çıkarmış ve bunun Maltalı politikacılarla bağlantılı olduğunu belirtmiş, ancak henüz kanıt sunamadan öldürülmüştü. Cinayetin ardından önce iki bakan ve başbakanlık özel kalem müdürü istifa etti.
Galizia cinayetine ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında ülkenin önde gelen iş insanlarından Yorgen Fenech da lüks yatıyla adadan ayrılmaya çalıştığı sırada yakalandı.
Caruana Galizia’nın araştırdığı konular arasında Malta Başbakanı Joseph Muscat ve karısının Panama Papers vakasıyla ilişkileri ve Azerbaycan’la enerji anlaşmaları yer alıyordu. Başbakan Muscat da 2020’nin ocak ayında istifa etti.
Bu arada, suikasta kurban giden gazeteci Galizia’ya açılan 42 farklı hakaret davası, Maltalı siyasetçilerin ve iş dünyası temsilcilerinin araştırmacı gazeteciliğe yaklaşımını da gözler önüne seriyordu.
Ayrıca Galizia cinayetine dair soruşturmanın yavaş ilerlemesi nedeniyle pek çok gazeteci de kendisini tehdit altında hissetmeye devam etti. Ve tüm bu süreç, Malta’nın, Sınır Tanımayan Gazeteciler listesinde ciddi bir şekilde gerilemesine neden oldu.
Panama Belgeleri dünyanın birçok ülkesinde sonuçlar doğururken, Türkiye’de iktidarın önemli isimlerine dair iddiaları içermesiyle de gündem oldu. Bu konuda haberler yapanlar yargılanırken, çok sayıda habere de erişim engeli getirildi.
Panama Belgeleri küresel vergi cennetlerini, siyasete hükmedenler ile paraya hükmedenler arasındaki kirli çıkar ilişkilerini gözler önüne sererken, gazeteciliği de sınava sokmuş oldu.
Gazetecinin zor sorusu
Bu bilgi ve belgeler karşısında gazeteci titiz bir tarama yaparak, gerçek ile manipülasyon arasındaki geçişli ilişkiler bakımından da gerekli temizliği yaparak, ortaya çıkan ilişkileri haberleştirecek midir, yoksa kendisini riske atmamak için görmezden mi gelecektir?
Dünyanın yönetilenlerinin, halklarının bilme hakkı gereği bu soruya “Evet, haberleştireceğim tabii” diyen gazeteciler açısından bunun karşılığı can kaybı da dâhil sayısız dava oldu. Kuşkusuz bir sızdırmayla gündeme gelen bu belgelerin neleri içermediği ve bu belgelere girmeyenlerin bu ilişkilerden muaf olup olmadıkları da mevzunun bir başka can alıcı yönünü oluşturuyordu.
Başladığımız noktaya dönersek, gazetecilerin, iktidarları, devletleri, büyük sermaye sahiplerini sorgulayan haberler yapması mesleğin onlara zaten baştan yüklediği bir sorumluluk. Gazeteci bu görevi yerine getirirken, Türkiye’de, Amerika’da, Almanya’da, Fransa’da, Rusya’da, Çin’de, İngiltere’de ve Malta’da da “Güvenlik mi, özgürlük mü?” gibi ikilemlerle öne sürülen siyasi manipülasyonların girdabıyla yüz yüze kalabiliyor. Kendi çıkarlarını ‘ülkenin bekâsı’nın yerine koyan siyasetçileri karşısında bulabiliyor.
İşte tam o nokta, durum, bir halatı karşılıklı olarak çekmeye dönüşüyor. Siz gazeteci olarak, “Siyasi ve ekonomik baskıların yol açtığı sansür uygulamalarına boyun eğmem. Basın özgürlüğü, ağır sansür koşullarında bile, gazetecinin yazarak, göstererek, yaparak gerçekleştirebileceği, genişletebileceği bir alandır” diye düşünüyorsanız, o halatın bir ucuna hep asılıyorsunuz.
Siz o halatın ucuna asılırken şunu da bilirsiniz zaten: Basın özgürlüğü kazanıldıktan sonra da o halatın ucunu sıkıca tutmak gerekir. Bırakırsanız yine gider. Peki o halata öyle dikine dikine asılmanın bir maliyeti yok mu? Elbette var. Bunun bedelini canınızla dahi ödeyebilirsiniz.
Bu yazının girişinden itibaren sıraladığım, bazıları çalışma arkadaşlarım, bazısı hocam, bazısı kendisinden öğrendiğim meslek büyüğüm olan gazeteciler bunu hayatlarıyla ödedi maalesef. Ama bu mükemmel olmayan dünya ve “makûs tarihimiz” de bize şunu söylemiyor mu zaten? Basın özgürlüğü, cezası ile gelir.
Bu yazı ilk olarak Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin Ocak 2021’de yayımladığı “Özgür Basın” dergisinde yer aldı. Tüm yazılara Özgür Basın sayfasından erişebilirsiniz.