Uzun süredir dünyada geleneksel medyanın geleceğine ilişkin tartışmalar var. New York Times, Reuters, Guardian gibi büyük kuruluşlar kapsamlı raporlar yayınlayarak geleceğin neye benzeyeceği ya da benzemesi gerektiği konusunda ortaya kimi fikirler atıyor. Bu raporların iki ortak özelliği var: İlki raporun kendisinin jakoben bir işlevi olması ve nereye gidildiği konusunda söz söylemesi, ikincisi de kurumsal farkındalık yaratarak gazetecilere ve gazete ağından beslenen herkese gelecekle ilgili bir şeyler söylemesi.
Türkiye’deki gazetecilik endüstrisi ise, endüstrileşmenin en büyük parçası olan araştırma-geliştirme çabaları yerine siyasal rantçılık gibi meselelerle meşgul olduğundan; sivil toplum ise konuyla ilgili veri elde edemeyecek kadar medya kuruluşlarından dışlandığından, Türkiye İstatistik Kurumunun verileri araştırmacılara ve sektörün öznelerine can simidi uzatıyor.
2013 sonrası çöküş
Gelin öncelikle TÜİK’in verilerine bakalım. 2012-2016 yılları baz alınarak yayınlanan verilere göre, 2012’den 2013’e geçtiğimiz süreçte artan total gazete ve dergi satış istatistikleri, 2013 sonrasında istikrarlı bir düşüş içerisinde.
Öncelikle bu düşüşün nedenlerini konuşalım. Türkiye’de ekonomik ve politik güvencesizliğin 2013 sonrası dönemde arttığı aşikar. Dahası 2011-2015 arası dönemde siyasal alanda açılım süreçleri ve benzeri birçok meseleyle meydana gelen rahatlama havasının (bu havanın gerçekçiliği başka bir yazının konusu); yani medyadaki çeşitliliğin görece arttığı dönemin 2013 Haziran ve Aralık aylarındaki politik gelişmelerin ardından tersine döndüğü, 2015’te ‘barış süreci’nin sona ermesi ile birlikte de bu kapının neredeyse tamamen kapandığını görüyoruz.
Radikal’in ölümü bir işaretti
Bu süreçten sonra gazeteler entelektüel tartışmaların zaten yoğun olmadığı alanlardan, her biri kendi sahibi için işlevli parti yayınları olmaya girişti. Her ne kadar herkes ‘maddi’ sebeplere bağlasa da başta Radikal olmak üzere bu entelektüel tartışma alanını doldurabilecek basılı yayınların ortadan kalkmasını da bu dekadansa bağlamak pek de yanlış olmayabilir. Ama bu tabii ki azalan yayın sayılarına paralel olarak azalan tirajları görmemizi de engellememeli.
Görüldüğü üzere, toplam istatistiklere bakıldığında hem tirajlarda hem de yayınların sayısında bir düşüş var. Nüfusu ve üniversite mezunu sayısı sürekli artan bir ülkede bu tür bir düşüşü anlamak bazıları için güç olabilir. Ülkede artan Internet kullanım oranını, akıllı telefon ve tabletlerimizi birer ‘günah keçisi’ ilan eden perspektifi de burada bahane olarak kullanmak mümkün; ama ben bu yolu tercih etmekten yana değilim. Zira bir ‘ürün’ olarak basılı yayının bu kadar hızlı ölmesinin ardında kalite ve değer ile ilgili bir problem olduğunu düşünüyorum.
Basılı yayınlar değersizlik kurbanı
Değer teorisi üzerine çok konuşmasak da ortalama olarak bir basılı yayının değerini neyin belirlediğini ve o değeri kimin biçtiğini düşünelim. Naif olarak bakarsak okurlar ve reklamverenler bir gazetenin değerinin belirlenmesinde asli fikre sahip olan unsurlardır. Oysa gerçekliğe baktığımızda okurun, premium ürün olarak adlandırılabilecek özel raporlar, özel dergi sayıları, asla gazete bayiine düşmeyen yayınlar veya mizah dergileri gibi özgün örnekler dışında satın alma alışkanlığının pek de önemli olmadığını, 50 kuruş-1 lira bandında satış yapan gazetelerin, okurların satın alma alışkanlığına pek de dayanmadığını; okurun gazete tarafından reklamverene sunulan ürün olduğunu kabul etmek konumundayız. Peki okuru reklamveren açısından ne değerli kılar?
Reklamveren ne istiyor?
Kısaca: Bilgilendirildiğinde hızla tüketime yönelecek olması ya da uzun vadede bilinirliğin yaratabileceği olası tüketim davranışları. Türkiye’deki basılı yayınların mevcut modelleri yazık ki büyük firmalara ve ait oldukları siyasal yapıya sürekli ‘taviz vermek’ üzerine kurulu olduğundan reklam piyasası bağlamında bir değer teşkil etmedikleri ortada. Zaten, dijital dünyanın analitik verileri vs. karşısında ne kadar ölçülemez bir durumla karşı karşıya kalındığı da düşünüldüğünde; reklamverenin mütereddit olarak yaklaştığı basılı alanda büyük tavizler almadan yatırım yapması anlamsız. Ama bu bir de kısır döngüye yol açıyor ve zaten kapınıza köle olan, hiçbir eleştirel içeriğe yer vermeyen gazetelere büyük bütçelerle reklam vermek özellikle dev şirketler için gereksizleşiyor.
Gazeteciliğin Netflix’ini kurmalıyız
Reklamverenin önüne dünyayı seren yayın anlayışının terk edilmesi, atılması gereken ilk adım durumunda. Okurla kurulacak ilişki de en az bu kadar önem teşkil ediyor. O yüzden basılı yayınlar ilk olarak ajansların tek tip haber akışının dışında, özel olarak hazırlanmış haber, rapor, istatistik ve programlara yönelmeli. Basılı ya da dijital alanda böyle özel, özerk ve özgün içerikler üretilmesi; basılı alanın sansür ve baskı mekanizmalarından kurtulan, dışarıya kapalı ama özgür bir alan yaratacaktır. O kapalı alana dahil olmak bir ayrıcalık hâline gelecektir.
Bu da gazetecilik sektöründe alışılmışın dışında kaynaklara (binaya değil yazılıma, starlara değil sokaktakilere) yatırım yapmayı, alternatif söylem ve tarzları olan gazetecilere yönelmeyi; hatta çok sesliliği siyasi komiser işlevli köşe yazarlarıyla değil, gazeteciliğin evrensel normlarıyla sağlamayı gerekli kılacaktır. Muhafazakâr televizyon biçim ve içeriklerinin tekelini kıran Fi dizisinin dahi gazeteciler için umut ışığı yaratabileceğini söylemek bu açıdan yanlış olmaz. Bildiğimiz biçim ve içeriklerle devam ederek, T24’ü, Diken’i ve benzeri siteleri sayıca arttırarak ortaya ne bir model ne bir kurtuluş reçetesi çıkarırız. Zira bu sektörel erimenin yanında getirdiği istihdam kriziyle birlikte düşündüğümüzde bu tarz sitelerin de kendileri için alternatif bir ekonomik model oluşturamadığı ortada.