Görüş

Gazeteciliğin demokrasi için önemi: Lippmann ve Dewey’nin “kamuoyu” tartışması

Walter Lippmann (1889-1974, solda) ve John Dewey (1859-1952)

Journo’nun “Temeller” başlıklı yazı dizisinde gazetecilik tarihi için önemli metinleri ilk kez Türkçe yayımlıyoruz. Bu bölümde, Amerikalı gazeteci Walter Lippmann ile filozof John Dewey’nin demokrasi, kamuoyu ve medya ilişkisi hakkındaki esaslı tartışmasını konu alıyoruz.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim sisteminin modernleştirilmesi için Türkiye’ye davet edilen ilk yabancı uzmanlardan olan Dewey, demokrasinin kendi sorunlarını katılımcılık sayesinde çözebileceğine inanıyor ve gazeteciliği bu yolda önemli bir araç olarak görüyordu. Basına ve kitlelere kuşkuyla bakan gazeteci Lippmann ise “elitist” idi.

Lippmann-Dewey tartışması, 1920’ler boyunca çok sayıda kitap ve makale üzerinden sürdü. Bugün bu polemik, dünyanın önde gelen gazetecilik okullarının müfredatında işleniyor. İletişim akademisyeni Carl R. Bybee’nin Leicester Üniversitesi’ndeyken bu polemiği anlattığı ders notlarını Baran Orduran ilk kez Journo için tercüme etti:

1920’lerde 20’li yaşlarda olan Lippmann ABD başkanlarıyla akşam yemeği yiyip arada sırada onların konuşmalarını kaleme alan bir gazeteci ve toplumsal sorunları dile getiren bir yayıncıydı. 60’lı yaşlardaki Dewey ise Columbia Üniversitesi’nde görev yapan bir filozoftu.

O dönemde, insanoğlunun tabiatının temelde akıl dışı (irrasyonel) olduğuna dair bir inanç yaygınlaşıyordu. Demokrasinin doğasının ve olanaklarının, meziyetten yoksun bir güruhun veya demagojinin hâkimiyetini temin etmekten fazlasını yapamayacağı yönündeki şüpheler de artıyordu.

Lippmann demokrasinin dizginlenebilmesi için onun, entelektüel açıdan seçkin bir kitle tarafından bilimsel bir yönetime tâbi tutulmasından yanaydı. Felsefesi, liberalizm ile elitizmin bir karışımıydı.

Dewey ise epey mesai harcadığı bilimin, insan varoluşundan azâde ve onun üzerinde olduğu kanaatinde değildi. Ona göre bilimsel bilgi, insan ürünü bir bilgiydi. Demokrasiyle ilgili sorunlar, ekonomik güçlerin cebir veya tehdit yoluyla doğrudan ya da kamuoyunun manipülasyonu yoluyla dolaylı olarak iktidar nezdindeki menfaatlerini sağlama almaları uğruna, endüstriyel hayatın bürokratik ve gayrişahsi hâle getirilmesinden kaynaklanıyordu. Bunu gidermenin yolu, yurttaşlar ve basınla bağlantı hâlindeki bir iletişim sistemiydi. Dewey’e göre demokrasinin sorunlarının çözümü, demokrasinin daha katılımcı bir biçiminde saklıydı.

Lippmann’ın “Kamuoyu”: Herkes “kafalarının içindeki resimlere” inanır

Lippmann 1922 yılında yazdığı “Kamuoyu” (The Public Opinion) adlı kitabında, insanların dünyayı doğrudan değil, ancak “kafalarının içinde bir resim” olarak bildiklerini; bunun sonucunda da, siyasi muhakemelerde bulunurken bir “sahte ortama” karşılık verdiklerini savunuyordu.

Dünyayı bilebilmek için, insanlar haritalara ihtiyaç duyar, fakat Lippmann şu soruyu soruyor: insanlar bel bağladıkları haritaların hususi menfaatlere dayalı olarak çizilmediğinden nasıl emin olabiliyor? Haritaların çoğu bu türdendir. Kendi menfaatlerine odaklı hizipler arasındaki güç mücadeleleri neticesinde irrasyonelliğe kapılmayan bir demokratik iktidar nasıl mevcut olabilir?

Gerçek dünyada (ortalama insan bakımından) algısal bozulmalara yol açan etkenler arasında sansür, toplumsal temasın sınırlanması, kamusal işler üzerine çalışılacak vaktin darlığı, bilgi aktaran kimselerce karmaşık olayların çok kısa mesajlarla ifade edilmesinin gerekmesi, tehditkâr olgulardan kaynaklanan korkunun yanı sıra yerleşik fikirler, önyargılar ve basmakalıp düşünceler yer alıyordu. Bu sınırlamaların aşılması ve insanların, dünyanın rasyonel ve nesnel temelli bir kavrayışına ve ortak bir iradeye nâil olması nasıl mümkün olabilirdi?

Geleneksel demokratik kuramın, bu şartlar altında insanların “kamuoyu” olarak adlandırılabilecek bir “ortak iradeye” nâil olmasının nasıl mümkün olabileceği sorusuna verebileceği elle tutulur bir yanıtı bulunmuyor. Gerçek hayatta, kamuoyu kamudan doğmayıp demokrasinin ortaya çıkışıyla silinip gitmiş olması gereken (“rızanın imâlâtı” diye tâbir edilen) bir süreç esnasında yaratılıyor. Şimdilerde analizlere dayandırılıp psikolojik araştırmalar üzerinden çizilip iletişimin gücüyle de birlik olunca, bu süreç daha da karmaşık bir hâl aldı. Süreç, her bir yurttaşın kendi ihtiyaç ve arzularını yansıtabileceği sembollerin yaratılması üzerinden işliyor.

Lippmann’a göre insanlar bencildir ve basın bunu besler

Lippmann’ın söylemine göre, semboller güçlerini, insan duygularının irrasyonel doğası ile sembollerin kendisinde var olan muğlaklığın birleşiminden alıyor. Resimler, temsiller, sözcükler veya sloganlar sembol olabiliyor.

Geleneksel demokratik kuram insanları, doğası gereği kendi kendini yönetmeye yetkin kabul ediyor. Bu kuramda insanlar, basın tarafından bilgilendirilmiş addolunuyor. Bu varsayımlarda, kamunun tabiatı, basının tabiatı ve haberlerin örgütsel yapısı ile alakalı üç adet sorun mevcut. İnsanlar temelde bencil ve kendilerine odaklıdır ve basın da düpedüz bu bencilliği ve kendine odaklılığı besler.

Dahası insanlar bilgi edinmekle, güvenilir bilginin gerçek bedelini ödemeye hazır olacak kadar ilgilenmiyor. Dolayısıyla gazetelerin reklam gelirlerine bağımlılığını arttırıp bunun karşılığında, sunulan haberlerin bağımsızlığını ve güvenilirliğini daha da çökertmek pahasına, gayet düşük bir bedel karşılığında gazete satın almaktan memnuniyet duyuyorlar.

Basın, okuyucuyu demokrasi dâhilindeki bir vatandaş olarak değil, daha ziyade reklamın yöneltildiği bir hedef olarak görüyor. Reklamcıların menfaatine hizmet etmeye yetecek sayıda insanı bir araya getirdiğinden emin olmak için gazeteler, okuyucunun beklentilerinin ve basmakalıp fikirlerinin mevcut dağılımına uyan bir haber perhizi servis ediyor. Örneğin ulusal haberlere nazaran yerel haberleri, uluslararası haberlere nazaran ulusal haberleri öne çıkarmak gibi yöntemlere başvuruyorlar.

“Haberleri, hakikat ile karıştırmamamız gerekiyor”

Her halükârda, haberlerin sadece olayları sinyallemekle yetinip bütün karmaşıklığı ve bağlamıyla izah etmemesinde de bir sorun var. Gazetelerin hangi haberleri seçmeyi tercih edecekleri, olayların kamu nezdindeki önemine olduğu kadar, (gerektirdiği zaman ve çaba yönünden) kolayına gelmeye de bağlı oluyor. Kolayına gelmek ölçüt olunca da, işin sonu basının, basın danışmanlarına (lobiciler, halkla ilişkilerciler vb.) yersiz bir bağımlılık geliştirmesine varıyor. Dolayısıyla ‘haberler’i, “hakikat” ile karıştırmamamız gerekiyor.

Sonrasında Lippmann, demokrasinin anılan sınırlamalardan kurtarılması için gerekenin, karar vericilerin ihtiyaç duyduğu bilgiyi hazırlayacak, bünyesinde sosyal bilimcilerin görevlendirildiği, iktidara bağlı çeşitli teşkilatları destekleyen istihbarat birimlerinin geliştirilmesi olduğunu savunuyor. Muhtelif denetim ve denge mekanizmalarına tâbi olacak şekilde, yetkinin birkaç iş bitirici adama, kamu politikası analistlerine ve siyasi liderlere verilmesi gerekiyor. Lippmann, her halükârda demokrasinin amacının, kendi kendini yönetmekle meşgul olmaktan keyif almakla değil, ‘iyi yaşam’ı başarmaktan, diğer bir deyişle, yönetimden sonuç almaktan keyif almakla ilgisi olduğunu savunuyor.

Lippmann’ın kitabına Dewey’nin tepkisi

Dewey, Lippmann’ın temel bazı endişelerini paylaşıyordu: milliyetçilik, ekonomik şahsi menfaat, kamuoyunun yönetilmesi ve “iş dünyasında, iktidarda ve haberlerde güç sahibi seçkinlerin menfaatleri arasında yeni ve tehlikeli bir ittifak kapasitesi.” Ancak Lippmann’dan farklı olarak Dewey aynı zamanda, demokrasiye özgü etik ilkelere aykırı olduğunu hissettiği, sanayi kapitalizminin getirdiği sınıfsal bölünmeler konusunda da endişeliydi.

Demokrasi, insan varoluşunun temelde toplumsal ve birbirine bağımlı yaradılışının tasdikiydi. Demokratik siyasetin özü, bir toplum içerisindeki bireylerin mümkün olan en yüksek potansiyellerine ulaşmasını sağlayacak koşulları yaratma çabasıydı. Konu sadece siyasi değildi, aynı zamanda yurttaşlıkla ve sanayiyle ilgiliydi. Buna göre demokrasi sadece bir makine değil, bir ahlâk anlayışıydı ve işyerine de uzanıyordu.

Dewey, basının yeniden biçimlendirilebileceğine ve iktidarla halk arasında hayati bir bağ olarak hizmet vermeye devam etmesi gerektiğine inanıyordu. Lippmann’ın yöneticilerden oluşan yeni bir aristokrasi anlayışına karşı güvensizlik duyuyordu. Zira onların da bizzat kendi menfaatlerine odaklı bir güç bloğu haline geleceklerini ve böyle bir güç bloğu yaratılması olgusunun esastan antidemokratik olduğunu düşünüyordu.

Walter Lippmann

Lippmann’ın bir sonraki eseri: “Hayalet Kamu”

Lippmann bir sonraki kitabı Hayalet Kamu‘da (Phantom Public) ortalama insanın kamusal işler hakkında makul bir fikre sahip olması veya yanlış bilgilendirmelerin ürünü olan fikirler bütününden makul bir fikir ortaya çıkması olasılığına dair umutsuzluğunu tekrar ifade eder. İktidar, birisi gücü elinde bulunduran, diğeri ise güce sahip olmayan iki gruba bölünmüş olan bir avuç donanımlı iş bitirici adamın eline kalmıştır. Kamunun rolü ise kimin güce sahip olacağı ve kimin olmayacağı konusunda düzenli aralıklarla oy kullanmaktan ibarettir.

Bu kitapta Lippmann gerçek anlamda birleşmiş bir toplum ihtimalini reddetmekle kalmaz, aynı zamanda ister bilim isterse başka bir şey olsun, insan ilişkilerinin yürütülmesi konusunda insanoğluna bağımsız bir şekilde rehberlik edebilecek her türlü ayrıcalıklı bilgi kuramını terk eder. Bu doğrultuda kendisinin anlayışı, Nietzsche tarafından ileri sürüldüğü üzere bilginin göreliliğini, Freud tarafından önerildiği üzere bilincin irrasyonelliğini ve Einstein’ın çalışmalarında işaret edildiği üzere “bilimsel bilginin” dahi istikrarsızlığını yansıtır.

Demokrasinin derinindeki problem şudur ki; “kamu” veya “halk” diye bir varlık mevcut değildir. Ancak ‘halk’ın yönetimi fikri en azından iktidarın eylemlerini yumuşatmaya yarar. İktidarın hedefi ancak, değişim ve krizlerde “iş görecek ayarlamalar” yapmak olabilir. “Kamu” kılığındaki kitleler hangi gruptaki seçkinlerin “güce sahip,” hangi grubun “güçten yoksun” olacağını belirlese de, üstlenebilecekleri rol, seçkinler arasında şiddetli anlaşmazlıklar çıkması olasılığını en aza indirgemeye katkı sağlayan seyirciler olmanın ötesine geçmez.

Dewey: Liderler de akıl dışı davranabilir, kamudan umudu kesmeyin

Dewey kamunun icrai eyleme muktedir olmadığı, onun görevinin yönetimde olmak değil, kritik yol ayrımı anlarında, seçim sistemi vasıtasıyla müdahalede bulunmak olduğu konusunda Lippmann ile aynı görüşü paylaşmıştır. Sahiden de, Dewey demokrasiyi savunanların muhtemelen bundan fazlasına da niyetli olmadığı kanaatindeydi.

Dahası, birlik hâlinde bir kamu iddiasında bulunulmasının, içeriden faaliyet gösteren bir grup kimsenin, kamu iradesini temsil ettiklerini ileri sürerek kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmelerine imkân tanımak gibi bir tehlikesi de bulunuyordu. Ancak ona göre, kamunun sadece kritik yol ayrımı anlarında müdahale edebilmesi için dahi, şu ankinden daha etkin olarak grup temelinde hareket etmesi ve daha tarafsız bir şekilde bilgilendirilmiş olması gerekiyordu

Lippmann kamudan umudunu kesmişken, Dewey ise yönünü kamuya çeviriyordu. Ona göre, irrasyonel olmakla itham edilebilecek olan yalnızca kamu değildi. Bugüne kadar elindeki gücü suiistimal etmiş ve irrasyonel davranışlar göstermiş sayısız lider gelip geçmişti. Demokrasi başlı başına gücün suiistimal edilmeyeceğini garanti etmiyor ise de suiistimalin müsebbibi de değildi.

Dewey’e göre sorun demokraside değil, 1920’lerin şartlarındaydı

Dewey 1920’li yılların devamında verdiği dersler ve yaptığı yayınlar (1927 tarihli “Kamu ve Sorunları” [The Public and its Problems], 1925 tarihli “Deneyim ve Tabiat” [Experience and Nature] ve 1929 tarihli “Kesinlik Arayışı” [The Quest for Certainty]) ile argümanlarını daha da geliştirmiştir.

Lippmann ve takipçileri (“demokrat gerçekçiler”)

  1. kadınlarla erkeklerin temel anlamda irrasyonel olduklarını ileri sürer ve
  2. kitlelerin kamusal yaşama katılımının en aza indirgenmesinin zorunlu bir hedef olduğuna, böylece
  3. bilimsel ilkelerin tatbikiyle, demokrasinin halk tarafından değil, fakat halk için kurulmuş bir sistem olarak tanımlanmasının mümkün olacağına inanırlar.

Dewey ise demokrasinin gelişimsel bir süreç olduğuna ve her ne kadar 1920’li yıllardaki demokrasinin bazı sorunları olduğunu kabul etse de, demokrasiden vazgeçilip yerine kurallarını yalnızca bilimsel uzmanlık sahiplerinin belirlediği bir yönetim sisteminin getirilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Lippmann’ın “kamunun hiçbir zaman var olmadığı” fikrine de katılmıyor; sadece o dönemde geçici olarak karanlıkta kaldığını, fakat tarih boyunca çeşitli zamanlarda da kamunun kendi varlığını tam anlamıyla idrak etmiş olduğunu düşünüyordu.

Dewey’e göre kamunun temel özelliği, onun irrasyonelliği değil, toplumsal varoluşuydu —eylemlerin sonuçlarının kendi anlık tecrübelerinin ötesinde bir etkiye sahip olduğunu takdir edenlerin insani birlikteliğinin bir ürünü. Kamu ortak menfaatlerinin izini kaybedebilir, ancak kaçınılmaz şekilde birbirine bağımlı olduğu yönlerinin farkına vardığında, kendisini şekillendirme potansiyeline her zaman sahiptir.

Dewey, iktidarı doğrudan kamudan vuku bulan bir kavram olarak görür. Kamu, kendi eylemlerinin sonuçlarının bütünü üzerinde egemenlik kurmak amacıyla temsilciler oluşturur. İktidar, kamunun kendi etkileşimlerini çekip çevirmek için gösterdiği çabaların bir sonucudur.

Dewey: Asıl mesele, teknoloji ve kapitalizmden kaynaklanıyor

Kamunun başlıca meselesi, resmi temsilciler seçmek için bir sistem geliştirip onların hak ve sorumluluklarını belirlemektir. Demokrasi, gelişimi esnasında, bireyin ve bireysel hakların, serbestliğin ve otoritenin, ilerlemenin, düzenin, özgürlüğün, hukukun tabiatı gibi kamunun gittikçe ilerleyen öz farkındalığını yine kamuya yansıtan bazı kilit kavramlar ortaya çıkarmıştır. Demokrasiye yönelik hareket, varoluşun toplumsal niteliğinin üzerine inşa edilmiştir. İhtiyaç duyduğumuz şey demokrasinin bir tanımını icat etmek değil, tanımının tatbikini keşfetmektir.

Bu yüzden şu soruyu sorabiliriz: kamunun tekrar tekrar siyasal demokrasiye doğru hamle yaparak ilerlerken elde etmeye çalıştığı menfaat nedir? Bu sorunun yanıtı, ait olduğumuz grupların davranışlarının şekillendirilmesinin ve yönetiminin sorumluluğunda bir pay sahibi olmak, ortak çıkarlar ve ortak menfaat ile uyum içindeki bir grubun üyelerinin sahip oldukları potansiyelin serbest bırakılması gibi şeyleri içeriyor.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: KAMU YARARI NEDİR? TANIMI VE MEDYADAN ÖRNEKLER

Dewey demokrasiyi, kamunun cisimleşmiş hâli olarak görür, toplumun peşinde ilerlediği bir ideal değil. Bilakis, toplumsal davranışın yapısına işlemiş bir eğilimdir o. Bu yüzden Dewey, yanıt verdiği Lippmann’ın demokrasinin tabiatını temelde yanlış anladığını savunur.

Dewey, demokrasinin sorunlarının kamunun imkânsızlığından değil, teknoloji ve kapitalizm gibi toplumdaki yeni kuvvetlerin, insan ilişkilerini bu doğrultuda yeniden yapılandırmasından ötürü, kamunun benlik bilincini yitirmiş olmasından kaynaklandığını söyler. Bilim aradığımız yanıt değildir, fakat kamunun kendisini iyileştirmesine yardım eder.

Lippmann ve Dewey’nin bilim hakkındaki görüşleri

Belirsizlik (gözlem yönteminin, gözlemleneni etkilediğini savunur) ve görelilik gibi konseptler Lippmann’ı demokrasi bilimi müessesesinin kesinliğine olan inancından alıkoymuştur.

Dewey’e göre ise bilimdeki gelişmeler ilham vericiydi. İnsanoğlunun derin düşüncelerle meşgul olabilme yetisi, belirsizlikle başa çıkmanın en iyi yolunu mümkün kılıyordu. Bilim, bireysel ya da eşsiz deneyimleri yok saymak pahasına da olsa, bilişsel deneyimler yoluyla, bir dereceye kadar kesinlik elde etmemizi sağlayabiliyorken estetik deneyimler, bireysel ve eşsiz deneyimlere odaklanıyordu. Dünya bilinir ve kontrol edilebilir (günlük yaşama dair) olan ile insan bilgisinin ve kontrolünün ötesinde (estetik veya dinî) olan şeklinde ikiye bölünmüştü. Dewey, yaşadığı çağda, bilimin dünyayı her türlü değer kaynağından kopardığına inanıyordu.

Bilimsel bir dünya ile tanımsız, “serbestlik” ve “eşitlik” gibi dünya dışı kavramlar arasında bir seçim yapmak zorunda kalan Lippmann, toplumda şiddeti en aza indirgemenin en iyi yolu olarak bilimi benimsedi. Dewey bir seçim yapmanın gerektiğine inanmıyordu. O bilimin kontrolden çıktığı, insan deneyimi ile doğrudan ilişkisini ve insan menfaatine hizmet etme işlevini unuttuğu kanaatindeydi. Toplumun akıl iddiasını terk etmesi ve onun yerine istihbarat yoluyla muhakemenin benimsenmesi gerektiğini savundu.

John Dewey

İstihbarat, bilginin daima değer temelli olduğunun idrakindedir. Bilim ortak bilgi üzerinden yol kat eder. Bilim de “İstihbarat” olarak, birlikte yaşamın toplumsal bir ürünü olarak anlaşıldığında, “hakiki bir kamunun varlığının bir ön şartı olan iletişim yoluyla, o ortak anlayış tarafından yönlendirilen yönetim erkini elde etmenin yolunu arar.”

Bilimi, birlik içindeki bir topluluk niteliğine sahip olan kamunun menfaatleri yönlendirecektir. Sahip olunan bilginin sonuçlarına dair yapılacak muhakemeyi şekillendirecek olan ise topluluk içerisindeki insanların deneyimleri olacaktır. Bilginin değerini, onun tabiatına veya insanları kontrol edebilme yetisine göre değil, onun yine kamu tarafından kararlaştırıldığı şekliyle, kamuya ait değerleri gerçekleştirebilme yetisine göre belirlemek gerekir.

Dewey’a göre basın vazgeçilmezdir, Lippmann’a göre değeri düşüktür

Lippmann, basının demokrasi bakımından değerinin derecesini düşük addetmektedir.

Dewey ise basını hem neyin hakikat olarak kabul edileceğini tayin etmedeki katkısı bakımından epistemolojik bir role, hem de bireyin ve toplumun menfaatleri arasındaki gözle görülür karşıtlığa orta halli bir çözüm sağlaması bakımından ahlaki bir role sahip olarak görür. Kamunun gerçekten kamu olarak hareket edebilmesi için özgür ve açık iletişime ihtiyaç vardır, böylelikle kendisini güncel olaylardan haberdar edebilir ve bireysel davranışların ve grup davranışlarının sonuçlarını müzakere edebilir. İletişim vasıtasıyla, bireyler değerlerini kamunun ortak menfaatleri yönünden kararlaştırma imkânı bulur. İletişim, toplumsal olarak inşa edilen dil vasıtasıyla, paylaşılan deneyime olanak sağlar.

Dewey iktidarın tek amacının, kamunun menfaatini temsil etmek olduğunu söyler. Kamunun gerek kendisiyle, gerekse onun adına yönetenlerin eylemleriyle temas hâlinde kalabilmesi için basın vazgeçilmezdir. Haberlerin amacı yalnızca bilgilendirmek değil, topluluğun ihtiyaç ve menfaatleri doğrultusunda müzakere edilip kararlaştırılabilsin diye, bilimsel araştırmaların sonuçları da dâhil olmak üzere kamusal fikirler ortaya koymaktır. Basın, toplumsal yaşam hakkındaki ortak anlayışımızın ne olacağını belirlemeye katkıda bulunur.

Lippmann ve Dewey’nin “hakikat” hakkındaki görüşleri

Lippmann önyargının sonuçlarından, dünyayı ortaya çıkarmaya yarayan gerçeklerin sınırlandırılmasından ve gerçeklerin belirli menfaatlere hizmet etmek üzere düzenlendiği biçimlerin tahrif edici gücünden, bilginin göreliliğinden vs. korkuyordu. Fakat yine de, gazeteciliğin ‘görüş’ü ‘gerçek’ten (‘bilim’i, ‘değerler’den) ayırt etmedeki yararına ve (her ne kadar bilimi kurtarıcı olarak görmekten vazgeçmiş ise de) nesnelliğin bilimine değer veriyordu.

Dewey’e göre ise hakikatin göreliliği sevinilecek bir şeydi; zira böylelikle, neyin hakikat olarak adlandırılacağını belirlemede yetki sorununa dikkat çekiliyordu. Hakikati belirlerken onun insanlar nezdinde yarattığı sonuçlara bakılmalı ve karar bu sonuçları yaşayanlarca verilmelidir. Bilime insanların menfaatlerinden ve kaygılarından ayrı bir tür bağımsız bilgi muamelesi yapmak, güçlünün bilimi kendi menfaati doğrultusunda kullanmasına elverişli koşulları tesis eder. Bir görüşün oluşturulması esnasında, kamunun önemsiz gösterilmesi yoluyla bir kamuoyu tasarlanabilir.

Lippmann siyah-beyaz karşıtlığındaydı, Dewey ise griyi gördü

Kitle iletişim hakkındaki düşüncelerine dair çıkarımlar bakımından Lippmann, basına olan eleştirisinde, toplumdaki farklı habercilik biçimlerinin içerdiği yüksek çeşitliliği takdir edememiş görünüyor. Keza her ne kadar haberlerin bir kısmı, onun tanımladığı sorunlarla kuşatılmış ise de, görünen o ki Lippmann grinin hiçbir tonunu fark etmiyor ya da çok çeşitli iletişim biçimleri, görüşler ve bakış açıları bir araya geldiğinde, dünyanın bunlardan herhangi birinin tek başına başarabileceğinden çok daha yüksek kalitede betimlenmesinin mümkün olabileceğinin farkına varamıyor.

Öte yandan Dewey ‘gerçeklere dair arayış’ın ve ‘nesnellik ideolojisi’nin sınırlamalarını kabul etti. Buna rağmen kamunun biçimlendirilmesinde ve sürdürülmesinde, kamunun kendisinin farkına varmasına ve kendisini ifade etmesine yarayan bir basının önemini vurguladı. Böyle bir basının esasen nasıl görüneceğini veya gazete sahiplerinin ve yöneticilerinin güç ve menfaatlerini bazı yönlerden kayırmaksızın, böyle bir basını örgütleyecek kuralların nasıl konacağını ise bize gösteremedi.

 

Çeviri: Baran Orduran (Bazı arabaşlıklar ve paragraflandırmalar Journo’nun tercihi)

Özgün kaynak: Carl R. Bybee, 1997, “Medya, Kamuoyu ve Yönetim: Domuzu Kızartmak İçin Ahırı Ateşe Vermek [Media, Public Opinion and Governance: Burning Down the Barn to Roast the Pig]”, Leicester Üniversitesi, Kitle İletişim üzerine Sosyal Bilimler Yüksek Lisansı, Modül 10, Birim 56

Ek kaynak: John Dewey, eğitim sistemini modernleştirmeye girişen genç Cumhuriyet’in davetiyle 19 Temmuz 1924’te geldiği Türkiye’de iki ay kalmıştı. Amerikalı filozof, Milli Eğitim Bakanlığı için iki rapor ve New Republic dergisi için Türkiye gözlemlerini içeren beş makale yazdı. Dewey’nin raporlarında öncelikle öğretmenlere yatırım yapılması, meslek okullarının ihtiyaçlara göre geliştirilmesi ve gezici kütüphaneler için bakanlık bütçesi oluşturulması gibi çok sayıda öneri vardı. Dewey’nin Türkiye gezisine dair bilgileri şu sayfada bulabilirsiniz.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – JOURNO’NUN “TEMELLER” YAZI DİZİSİNDE TÜM BÖLÜMLER

Journo

Yeni nesil medya ve gazetecilik sitesi. Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo; medyanın gelir modellerine, yeni haber üretim teknolojilerine ve medya çalışanlarının yaşamına odaklanıyor, sürdürülebilir bir sektör için çözümler öneriyor.

Journo E-Bülten