Görüş

Gazetecinin teknolojiyle sınavı: Sen durursan meslek ölür

Habercilikte kullanılan yeni dijital teknikler, biraz küresel iklim değişikliği gibi. İnsanlığın sonunu getirecek bir felaket değil elbette ama tam şu anda burada ve önünde durmak mümkün değil. Yapılacak tek şey adapte olmak. Peki biz buna hazır mıyız? Direnmek işin kolayı. Ama okuyucu çoktan değişti, dönüştü bile.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi 1992’de, gazetecilik öğrencilerine F klavye ile 10 parmak daktilo, pikaj-montaj, dizgi-kalıp öğretiyordu. Mezun olup 1997’de GazetePazar’da çalışmaya başladığımda masamda daktilo yerine bilgisayar vardı ama gerçekten de F klavye idi. Zaten bilgisayarlar daha ziyade daktilo gibi kullanılıyordu çünkü internet bağlantısı yoktu. Hâliyle e-posta da yoktu. İnternete bağlı olduğu iddia edilen ayrıcalıklı bir-iki bilgisayarın ekranında Netscape ikonu dönüyor dönüyordu. Pikaj-montaj, dizgi-kalıp kalmamıştı; gazete tasarımı bilgisayarda yapılıyordu, adına masaüstü yayımcılık deniyordu. Okul, nesli tükenmekte olan bir teknolojinin bilgisiyle yollamıştı bizi mesleğe…

Internet yaygın olmadığından haber telefonda yazdırılır, ajanslar teleks geçer, yazışmalar faksla yapılırdı. Her gazete binasında bir fotoğraf laboratuvarı bulunur, hâlâ bir cep telefonu olmayan muhabirlere rastlanırdı. Yine internet olmadığından ‘Google’lamak’, görsel bankalarından fotoğraf satın almak mümkün değildi. Yabancı dergilerden daha sonra işimize yarayacağını düşündüğümüz fotoğrafları, görselleri, reklamları keser, ayrı klasörlerde saklardık. Bunlara opak denirdi. Telif hakkı kavramı da pek gelişmemişti belli ki.

Bu sadece benim 20 küsur yıllık meslek hayatımdan hatırladığım teknolojik dönüşümlerin bir kısmı. 30-35 yıldır bu meslekte olanların elbette anlatacağı çok daha fazla şey olacaktır. Diyeceğim o ki, teknolojik dönüşümler gazetecinin hayatında yeni değil. Ama bugün bir fark var; biz ona ayak uydurmak zorundayız.

Bugüne kadar meydana gelen değişimler hep bizim hayatımızı kolaylaştırdı. Örneğin ses kaydı… Büyük boy kasetler mikro kaset kullanılan kayıt cihazlarına, onlar da dijital olanlara dönüştü. Biz hep aynı kırmızı ‘rec’ tuşuna bastık.

Bu kez biz dönüşmek, öğrenmek, başka türlü düşünmek zorundayız.

‘Haber artık okunan değil, deneyimlenen bir şey’

Kendimizi artık öğrenmekten çok öğretmeye hazırladığımız bir dönemde gelen dönüşüme direnmek işin kolayı. Ama okuyucu değişti, dönüştü bile. Bunu bize satış rakamları, okunma oranları, tüm araştırma sonuçları söylüyor. Evet, bu ülkenin yaygın medyasında artık habercilik hakkıyla yapılamıyor, medyaya güven dipte. Hâl böyleyken içinde bulunduğumuz durumu sadece dijital dönüşüme gösterilen dirençle açıklayıp işin içinden çıkacak değilim ama basın özgürlüğünün kalesi dediğimiz ülkelerde de tirajlar hızla düşüyor, köklü gazeteler kâğıda veda ediyor.

Çünkü artık haber okunan değil, deneyimlenen bir şey. 21. yy’da pek çok şey gibi haber ‘tüketimi’ de bir deneyim. İçinden videoların, multimedyanın, grafiklerin, veri görselleştirmelerin, illüstrasyonların geçtiği bir deneyim… Okuyucu haber ile ilişki kurmak, içinde dolaşmak istiyor.

Önümüzde duran yeni paketin tam adı ‘dijital hikâye anlatıcılığı’…

Peki ama hikâye anlatıcılığı edebiyata dair bir terim değil mi? Veya reklam sektörüne? Kurgu değil gerçeklerle ilgilenen gazeteciliğin hikâye anlatıcılığı ile ne işi olabilir? Habercilik başka şey, hikâye anlatıcılığı başka şey değil mi?

İşte tam bu yüzden dönüşümü kabullenip bu yeni dünyaya adım atmamız gerekiyor. Çünkü ‘gazeteciler’ direnip kenarda durursa o boşluğu birileri dolduracak, birileri bazı hikâyeler anlatacak ve onlar ‘gazeteci’ olmayacak.

‘Özeldeki anlamı kamusal anlama dönüştürmek’

Siyaset felsefecisi Hanna Arendt, hikâye anlatıcılığının, özeldeki anlamı kamusal anlama dönüştürdüğünü söylüyor mesela. Bir anlatıcının ve dinleyicinin olması, ortaya bir güç alanı çıkarıyor. Gizli kalmış bireysel hikâyeler kamusal alana çıktığında görünür oluyor. Bizim işimiz de bu değil mi? İhlâlleri, anlatılmayanı, duyulmayanı, görünmeyeni görünür kılmak…

Peki mesele dijital olduğunda ne değişiyor? Enstrümanlarımız neler?

Kâğıtta çalışırken sayfa tasarımcısının rolü ikincildir. Sayfa editörü tüm malzemeyi tasarımcıya verir ve tarif ettiği gibi uygulamasını ister. Bu da aralarında hiyerarşik bir ilişki doğurur. Haber metni, bir iki fotoğraf, belki basit bir grafik eldeki tüm malzemedir. Gündemdeki haberleri mümkün olduğunca fazla sayıda 9 sütuna 52.5 cm.’lik alana sığdırmaya çalışırız.

Ancak okuyucu kâğıdı hızla bırakıyor ve bizim yeni alanımız online. Alan kısıtı yok, satır veya sayfa sayısı sınırı yok. İstediğimiz kadar yazabiliriz. Ama sorun şu ki, okuyucu artık uzun uzun okumuyor. Ve bu, gazeteci ile tasarımcıyı eşit önem taşıdıkları bir konuma getiriyor. Çünkü haberleri okutmak için artık iyi tasarıma, veri görselleştirmelere, videolara, grafiklere, haritalara ihtiyacımız var.

Ama bir yandan da yazı işleri kadrolarının giderek küçüldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Eskiden herkes kendi işini yapardı, şimdi en az üç kişinin işini yapıyoruz. Ama hâlâ her serviste bir görsel yönetmen, şanslıysak bir videocu var. Demek ki her haber için olmasa da değecek iyi haberler için bu şansımızı kullanabiliriz.

Diğer bir seçenek de kıyıdan izlemek yerine ayaklarımızı suya sokmak. Bizler kendi haberimizin videocusu, grafikeri olabiliriz. Öyle çok büyük işlerden, uzmanlıklardan, eğitimlerden bahsetmiyorum. Biraz sabırla basit grafikler yapmayı, hazır şemalar sunan internet sitelerinden öğrenmek mümkün. Hepimizin cep telefonu iyi kötü video çekiyor ve internet dünya kadar basit montaj aplikasyonlarıyla dolu.

Geriye aslında tek bir sorun/sorun kalıyor. Biz buna hazır mıyız? Son bir dönüşüme var mıyız?

Banu Tuna

1974 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1997’de GazetePazar’da başladı. 20 yılı aşkın süre muhabirlik, editörlük, haber müdürlüğü, haber koordinatörlüğü gibi mesleğin farklı alanlarında çalıştı. 2019'a kadar Hürriyet gazetesinde muhabirlik ve editörlük yaptı. İnsan hakları hukuku alanından yüksek lisans eğitimini sürdürüyor.

Journo E-Bülten