Görüş

Bu dille nereye varacağız? İsrail-Hamas savaşında dilin sorumluluğu

İsrail ordusunun Gazze Şeridi'nin güneyine 2 Kasım'da düzenlediği hava saldırısında ölen Filistinli gazeteci Muhammed Ebu Hatab ertesi gün toprağa verildi. Fotoğraf: Muhammed Salim/Reuters

İsrail-Hamas savaşında hayatını kaybeden gazeteci ve medya çalışanı sayısı dün itibarıyla 37’ye yükseldi. 10 bini Filistinli ve 1.400’ü İsrailli olmak üzere ölenlerin sayısı 11 bini aştı. Yasemin Korkmaz ve Teyit’ten Emircan Saç, bu kanlı savaşın geleneksel ve dijital medyaya yansımasında gözlemledikleri nefret söylemi ve ayrımcı dil sorununu Journo takipçileri için yazdı. Çatışmaları anlatırken fail olarak etnik veya dini kimliklerin kullanılmaması gerektiğini hatırlatan yazarlar, gazetecilerin genellemelerden kaçınması gerektiğini de vurguluyor.

İsrail-Hamas savaşında Filistinliler’in ölümünün “sivil zayiat” olarak görülmesi savaşa dair en büyük problemlerden biri. Problemler bununla bitmiyor. Dünyanın izlediği ve hakkında çokça konuşulan bir savaş bu. Ancak bu konuşmalarda kurulan dilin nasıl yürütüldüğüne dair birçok çekince var.

Bizim bu yazıyla ele almak istediğimiz çekinceler, savaş konuşulurken aktörlerin sorumluluğunun bazen kimliklere yüklenmesi; bunun da hâlihazırda var olan önyargı ve düşmanlıkları yeniden alevlendirmesi; kimlikler arasında kalıpyargı ve önyargıyı kuvvetlendirecek genellemeler yapılması.

İki kimlik arasındaki çatışma dili yeni kurulmadı

Herkes biliyor ki İsrail devletinin Filistinliler’e yönelik şiddet eylemleri aslında İsrail-Hamas savaşıyla başlamış değil. Medyada sıkça yansıtıldığı üzere, Filistinliler yıllardır devlet, polis ve/veya asker gibi aktörler tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlalleriyle mücadele ediyor. Bu durum hem sosyal medyada hem de yazılı medyada geniş bir şekilde yer buluyor. Ancak, bu yansımaların bazıları çatışmayı daha da derinleştiriyor. Çünkü bu konuyu haberleştiren medya kuruluşları veya yorumlayan kişiler, olayları ayrımcı dil veya nefret söylemi kullanarak ele alıyor.

Bu sebeple, hâlihazırda var olan dil, iki kimlik arasındaki ilişkinin Ekim 2023’te ortaya çıkan yeni bir durum olmadığını, yıllardır süregelen bir mesele olduğunu gösteriyor. Bu söylemi terk edip çatışmayı ele alırken doğru bir barış dili kullanmak elzem.

Yazılı basından bir örnekle başlayalım

Biraz daha geriye giderek çatışmayı teşvik eden dile örnekler bulabiliriz.

Medyada Nefret Söylemi İzleme projesi, yıllardır medyanın bu dili kullanmasını eleştirerek kimlikler arasındaki çatışmanın derinleştirilmemesi gerektiğini savunuyor, ayrıca ayrımcılık ve nefret söylemine dair 10 yıllık bir medya arşivi barındırıyor.

Bu arşive girip “Yahudi” kelimesiyle arama yaptığımızda aşağıdaki haberlere benzer örnekler karşımıza çıkıyor.

Örneğin, bu haber metninde, eylemi gerçekleştirenin sorumluluğu, yetkililerinin altını çizerek net bir şekilde İsrail devletine atfedilmiş. Ancak, başlıkta kullanılan dil, durumu farklı bir perspektiften yansıtarak saldırganı “Yahudi” olarak tanımlıyor. Bu da Filistinliler’e yönelik saldırıyı farklı bir çerçeveyle aktarıyor. Bu çerçeve haber metnindeki dilden farklı olarak, sorumluluğu tüm kimliğin hanesine yazıyor.

Haberin yer aldığı raporda, bu örneğin neden nefret söylemi olarak kabul edildiği şu şekilde açıklanıyor:

  • İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını konu alan haberde faili İsrail güvenlik güçleri olan saldırıların sorumluluğu Yahudi kimliğine yüklenerek, Yahudiler’e yönelik düşmanlık pekiştiriliyor.

Bu konuya güncel örnekleri sosyal medyada da bulmak mümkün. X (Twitter) platformunda basit bir aramayla sadece “Yahudi kudurdu” yazmak bile yeterli. Burada da, çatışmayı anlatan dilin Yahudi kimliği üzerinden kurulduğunu açıkça görebiliyoruz

Peki bu dili nasıl değiştireceğiz?

Çatışmayı ele alan söylemlerimizi düşünürken, belirli somut öneriler üzerinden ilerlemek yararlı olabilir. Bu nedenle, aşağıda bahsedeceğimiz öneriler, bu bağlamda kullanılarak, çatışmayı anlatan dilin düşmanlığı körüklememesini ve temel sorunları daha iyi kavramamızı sağlayabilir.

Ayrıca bu öneriler, kimliklerle savaşın ayrıştırılmasına ve çözüm yollarının araştırılmasına yardımcı olabilir. Bu bağlamda, söz konusu önerilerin uygulanması iki kimliğin arasındaki çatışmayı körüklemek yerine, çözüm ve barışa gidebilecek bir dil kullanmak adına önemli.

1. Savaşın taraflarını net bir şekilde belirtmeliyiz

Savaşı veya herhangi bir çatışmayı anlatırken kimlikleri kullanmamalıyız. Dili bu şekilde oluşturduğumuzda olaylarda karar yetkisi olan sorumluları ve aktörleri gözardı etmemize neden olabilir.

Örneğin, İsrail-Hamas savaşından bahsederken, kullanılan Yahudi kimliğinin tam olarak kimi temsil ettiğini düşünmemiz gerekiyor. İsrail devletinde karar alıcıların Yahudi kimliğini benimsemeleri, bu savaşın Filistinliler’e Yahudiler tarafından başlatıldığını söylememiz için yeterli değil. Hatta bu, yanlış bir çıkarım.

Savaşın karar vericileri devlet organlarının ve askeri yetkililerin ta kendileri. Bu sebeple,  çatışma anlatılırken dilin kimlikler üzerinden değil, sorumlu karar verici ve devlet kurumlarından veya örgütlerden bahsedilmesi gerekiyor. Aynı zamanda savaşın sorumlusu olarak gösterilen kimliklerden pek çok insan, dünyanın farklı yerlerinde, savaş karşıtı olduklarını, savaşın kazananının değil iki tarafın da yıkımlar devam ettiği sürece kaybeden olduğunu savunuyor. Dolayısıyla savaşın sorumlusu olarak işaret edilen kimlikler o kimliklere ait her insanın fikirlerini, düşüncelerini yansıtmıyor.

Kararlarda payı olmayan insanlar sorumlu tutulabilir

“Peki kurulan bu dil nereye varır” sorusu, ardından gelecekleri düşünmek için önemli.

Kimlikler üzerinden sorumluluk yükleyen bir yaklaşım, yetkililer dışındaki sıradan insanları da çatışmanın içine çekiyor ve her iki taraftan insanların sadece kimliklerinden dolayı hedef hâline gelmesine yol açıyor. Ardından, savaş alanı dışında sivillerin de hedef olmasına kadar uzanan bir süreç başlıyor.

Buna örnek olarak Gazze’de ve İsrail’de hedef alınan insanları örnek gösterebiliriz. Her ne kadar savaşın doğrudan tarafları olmasalar da Yahudiler İsrail devletinin şiddetinden, öte yandan Filistinliler de Hamas’ın şiddet eylemlerinden sorumlu tutulabiliyor.

Örneğin, Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonra, Arab Center for the Advancement of Social Media Kurumu 7 Ekim ile 18 Ekim tarihleri arasında, sosyal medya platformlarında İbranice yapılan ve Filistinliler’i hedef alan 103.000’den fazla nefret söylemi ve kışkırtıcı paylaşım belgeledi. Yahudiler’e yönelik dilin nasıl kullanıldığına  dair daha önce verdiğimiz örnekler bu bağlamda da değerlendirilebilir. Benzer şekilde çeşitli kurumlar da Yahudiler’e karşı olan ayrımcılığı ve nefret söylemini gözlemlediğini belirtiyor.

2. Kimlik suçla ilişkilendirilmemeli

Elbette, kimlik bireyler için önemli bir etken olabilir. Ancak, bir kişi Filistinli olduğu için İsrail’in politikalarına karşı çıkabilir veya bir Yahudi için de tersi olabilir. Burada alınan kararlar, bireysel olarak alınıyor. Buradan hareketle diyebiliriz ki bireyin kimlikle olan bağı aslında tek taraflı. Karşılıklı bir etkileşimden söz etmek mümkün değil. Bu nedenle, olayları anlatırken bireylerin kimliklerini ön plana çıkarmamız gibi bir gereklilik yok, hatta tam tersi bir durum var.

Eğer çatışmadaki sorumluları belirlediysek bu adım çok daha kolay olabiliyor. Çünkü bir kere yetkilileri ve devlet aktörlerini şiddetin sorumlusu olarak gösterdiğimizde kimliği suçla ilişkilendirmemiş oluyoruz.

Ancak, durum sadece devletlerin işlediği suçlarla ilişkilendirilen kimlik meselesiyle sınırlı değil. Bireyler de suç işleyebilir. Örneğin, Yahudi veya Filistinli olarak tanımlayan birinin, düşman olarak gördüğü bir başka kimlikten birine saldırması mümkün. Bu tür durumlarda, şiddet failinin kimliğinin öne çıkarılmasıyla sorunlu bir dil inşa edilebilir.

Örneğin, Hrant Dink Vakfı’nın medya izlemesinde karşısına çıkan bir örnek:

Bölgedeki savaşa referansı olmasa da anlatılan konuyu örneklendirmekte yeterli. Haberin iddiasına göre, kimliği belirsiz kişiler Müslümanlar’a ait olduğu iddia edilen mezar taşlarını kırmış. Başlıkta yer verildiği şekliyle olayı anlatmak kimlikleri olumsuz yargılarla ilişkilendirebilir. Bunun yerine yapılan edimle kimlik arasında keskin bir çizgi çizmemiz gerekiyor.

Hrant Dink Vakfı çalışmanın neden nefret söylemi kategorisine alındığını şu sözlerle açıklıyor:

  • (…) Başlıktaki olumsuz ifadeyle, Yunan kimliğine genellenen eylemlerin sürekli ve öngörülebilir olduğu algısı oluşturuluyor. Yunan kimliği hedef gösteriliyor ve Yunanlar’a yönelik önyargılar körükleniyor.

Yani bir kimliğin olayla herhangi bir ilgisi olmamasına rağmen Yunan kimliğine bu edimden bir pay çıkartırılabiliyor. Geçmişteki kötü olaylara referans verilebiliyor. Dolayısıyla, kimliğin suçla ilişkilendirilmesiyle kimliğe yönelik olumsuz yargılar pekişiyor.

3. Genelleme yapılmamalı

Genellemeler, belli bir olay ya da kişiden yola çıkarak geniş çaplı sonuçlar çıkarma eğilimidir. Örneğin, Hamas’ın eylemlerini bütün Filistinlilere mal etmek bu tür bir çıkarım olur. Eğer Netanyahu’nun ya da Hamas liderlerinin hatalı bir kararı ya da şiddet içeren bir eylemi, onların kimlikleri üzerinden tüm bir topluluğa atfediliyorsa, bu, suçun kişisel sorumluluktan ziyade kimliklerle özdeşleştirildiği anlamına gelir.

Bu gibi genelleyici ifadeler aslında düşünme hatalarına birer örnek. Genelleme yaparken söz konusu gruba ait herkese dair bilgimiz, fikrimiz olmamasına rağmen yaptığımız genellemelerle grubun tamamını ifade eden tanımlar, temsiller üretebiliyor ve tam da bu yolla düşündüğümüz için geçerli olamayacak sonuçlara ulaşabiliyoruz.

Genellemeler, kimlikleri yanıltıcı bir biçimde temsil ederek, önyargıları pekiştirebilir. Bu da, belirli bir kimliği benimseyen her bireyi, olumsuz eylemlerin veya niteliklerin ortağı gibi gösterebilir.

Genellemelerin artması, çatışmayı coğrafyanın ötesine taşır

“Peki kurulan bu dil nereye varır” sorusu bu maddeler için de düşünülmeli.

Çatışmayı ele alırken kullanılan bu yanlış atfetme ve çıkarım, belirli bir kimlikle ilişkilendirilen insanları ve hatta başka yerlerde ve çoğrafyalarda yaşayan insanları da bu savaşın bir parçası olarak görmelerine neden olabilir. Yani, bu sadece gerçek çatışma alanlarını değil, aynı zamanda dünya çapında birçok bireyin güvenliğini ve toplumsal uyumunu tehlikeye atabilir.

Bu örnek çerçevesinde, çatışmanın sınırları aşarak Türkiye’ye ulaştığını görebiliriz. Bu yaklaşım, Türkiye’deki Yahudi toplumu için potansiyel olarak tehlikeli sonuçlar doğurabilir.

Bu ve benzeri düşüncelerin Türkiye’de ilk kez bu dönemde üretilmediğini, geçmişte buna benzer düşüncelerin şiddet eylemleriyle sonuçlandığını biliyoruz. Bugün de aynı şekilde Yahudiler’i tehdit olarak “gösteren” her söylem her bir coğrafyada kimlikleri olumsuz etiketleme ve şiddet eylemlerine dönüşme potansiyeli taşıyor.

Kimliklerin olumsuzlukla ilişkilendirilmesi kişilerin elinde işlevsel bir araca da dönüşebiliyor. Çünkü ilişkilendirilen veya genellenen bu kimliği başka insanlara atfetmek onların toplumun dışına atılması veya onların da bu olumsuzluklarla ilişkilendirilmesine yol açıyor.

Örnekte inşa edilen söylem, aslında olumsuz sıfat ve edimlerle ilişkilendirilen kimliğin işlevsel olarak kullanılmasıyla oluşturuluyor.

Öncelikle Yahudi kimliği kötü imge ve olaylarla ilişkilendiriliyor veya kemikleşmiş düşmalıklar tekrar canlandırılıyor. Ardından kişiler gördükleri insanları Yahudi kimliğini kullanarak, birtakım kişileri Yahudi kimliğiyle ilişkilendirerek düşmanlaştırıyor, toplumdan aforoz etmeye çalışıyor.

Bu örnekte, politikacının Yahudi olup olmadığının bilinmemesine ve bu bağlamda kimliğinin de hiç önemli olmamasına karşın, var kabul edilen bu kimlik olumsuz bir nitelik olarak gösteriliyor.

Burada şu notu da düşmek gerekiyor: Türkiye’de birçok siyasetçi veya aktör kemikleşmiş düşmanlık algısına sahip kimlikle ilişkilendiriliyor. Bu, farklı emellere sahip oldukları iddiasını kuvvetlendirmek veya onları düşman olarak resetmek için kullanılıyor. Ermeni kimliği bunlardan biri:

Bu örnekte görüldüğü gibi Selahattin Demirtaş da Ermeni kimliğiyle ilişkilendirilerek “Kürt’ün hakkını savunamaz” ilan edilmeye çalışılmış. Ancak bu tür iddiaların çoğu yanıltıcı bilgiler üzerine kurulu. Teyit’in bu konudaki detaylı analizine bakabilirsiniz.

Savaşın kışkırtıcılığına kapılmamalı, barışçıl bir dile yönelmeliyiz

Savaş, barış ideallerimizi sarsabilir; ancak bu durum, insan hakları ihlallerini ve savaş suçlarını ele almanın ve bunlara karşı durmanın gazetecilik ve toplumsal sorumluluk açısından önemini azaltmaz. Farklı kimliklerden insanlar savaşa karşı seslerini yükseltiyor. İsrail ve Hamas arasındaki şiddet olaylarını kınayanlar da var. Ancak bu süreçte, bazı yaklaşımlar olayları nefret söyleminden savaş çığırtkanlığına varacak bir dille aktarabiliyor veya diğer toplulukları da içine çekmeye yönlendirebiliyor. Bu nedenle savaşı ele alan söylemi dikkatle şekillendirmek büyük önem taşıyor.

Gazeteci Faruk Bildirici’nin, BirGün’de “Savaş çığırtkanlığı ve şiddet pornografisi” başlığıyla yayımlanan yazısındaki eleştirileri bu bağlamda dikkate değerdir. Bildirici, Yeni Şafak ve Yeni Akit gazetelerinin Gazze’de yaşanan şiddeti ve insanların yaşadığı insan hakları ihlallerini ele alırken bireyler olarak değil,  daha büyük bir kimliğe seslenerek “ümmet” olarak gördüklerini ve “İslam Ordusu kurulsun” gibi manşetlerle savaş çığırtkanlığı yaptıklarını belirtiyor. Fakat bu savaş çağrıları, Filistinliler’in yaşadıkları insan hakları ihlallerini aktarmak bir yana, savaşı “ümmet” ve “ümmete karşı olanlar” ikiliğinde konumlandırarak  diğer kimliklere yönelik karşıt duyguları şiddetlendiriyor. Bu tutum aynı zamanda barış için çabaları da bir anlamda “susturabilir.”

Gazetelerden sosyal medyaya bu söylemlerin benzerlerini veya devamlarını görmek mümkün. Örneklerde gördüğünüz gibi sosyal medyada da barışa yönelen bir dil kurulmuş değil. Bu söylemler çatışmayı derinleştirmenin yanında savaşa dâhil olan kesimleri genişletiyor ve savaşın bitmesi hâlinde yaratılacak iklimi birtakım önyargılarla dolduruyor.

Burada verdiğimiz örnekler ağırlıklı olarak Türkiye’ye dair, Türkçe içeriklerinden oluşsa da dil bu bağlamda tüm dünyada bir sorun. En bilinen uluslararası örneklerden biri Reuters’ın İsrail tarafından öldürülen gazetecisine dair mesajını paylaşırken kurduğu ifadeler. Yanlış kişileri sorumlu tutmak kadar, şiddetin failini, aktörünü saklamak da sorunlu bir durum. Bunun hâricinde, İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in X’deki (Twitter) tweeti ise savaş çığırtkanlıklarına bir örnek olarak verilebilir.

İsrail-Hamas çatışmasında kullanılan dil, sadece savaşın taraflarını değil, aynı zamanda dünya çapında bu kimliklerle özdeşleşen toplulukları da etkiliyor. Medya ve bireylerin sorumluluğu, nefret söylemi ve ayrımcı dili terk ederek, gerçek sorumluları net bir şekilde tanımlamak ve barışçıl bir iletişim dili geliştirmektir. Çatışmanın köklerinde yatan sorunları anlamak ve çözüm yollarını araştırmak için kimlikler üzerinden genelleme yapmaktan kaçınmalıyız. Bu, sadece bölgedeki durumu yatıştırmakla kalmaz, aynı zamanda küresel ölçekte toplumsal uyumu ve anlayışı güçlendirir.

İLGİLİ:

Manşetlerde Gazze: “Neredeyse savaş çığlıkları atan gazeteler, haber siteleri var”

 

Yasemin Korkmaz

Bilgi Üniversitesi’nde tarih ve sosyoloji lisanslarını tamamladıktan sonra yüksek lisans derecesini Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünden aldı.

Emircan Saç

Lisans derecesini Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden aldı. Sabancı Üniversitesi Turkish Studies programında yüksek lisans eğitimine devam ediyor. Çeşitli medya kuruluşlarında haber ve söyleşileri yayımlandı. Serbest gazetecilik yapıyor.

Journo E-Bülten