Görüş

Yakın o evi! Kılıçdaroğlu’na linç girişimi ve ‘sahibinin sesi’ medya

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na linç girişiminin toplumsal psikolojisini psikiyatri uzmanı Dr. Hakan Karaş ile, olayın medya boyutunu ise deneyimli gazeteci Faruk Bildirici ile konuştuk.  Uzmanlara göre “illegal cezalandırmanın en dehşet verici tezahürü” diye tanımlanan linç üzerinden Türkiye’de medya, güç odaklarına alet oluyor. Devletin “değerli kardeşlerim” dediği linççilerin “hassasiyetleri,” medya söylemleriyle kışkırtılıyor.

31 Mart sonrası bir türlü bitmeyen seçim gerilimine rağmen gecikmeli de olsa mazbatasını alan Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da yeni dönem mitingi düzenlediği 21 Nisan günü, partisi CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başkent Ankara’nın Çubuk ilçesinde bir şehit cenazesine katılımı sırasında linç girişimine maruz kaldı.

Ana muhalefet partisi liderinin saldırgan gruptan uzaklaştırılıp korumaya alındığı evin çevresini saran kalabalıktan “Yakın o evi!” bağırışları duyuldu. Kılıçdaroğlu zırhlı araçla ancak bir saat sonra çıkarılabildi bölgeden.

Sonraki günlerde demeç veren Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya, iktidar temsilcilerinin “öfkeli insanlar” olarak nitelendirmesinin aksine oradakilerin “gözü dönmüş binlerce kişi” olduğunu kaydetti, “son derece agresiflerdi” diye ekledi. Uzunkaya, Kılıçdaroğlu’nu zırhlı araçla o evden alıp çıkaran kişiydi.

Toplum-devlet-medya üçgeninde linç davranışı

Journo’ya konuşan psikiyatri uzmanı Dr. Hakan Karaş linç eylemlerini, devletin yasasının izin vermediği ama devletin ideolojisiyle örtüşen eylemler olarak ifade etti. Bu durumlarda neredeyse istisnasız olarak devletin hâkim ideolojisiyle uyumlu olmayan bir azınlığa şiddet uygulandığı için linç mümkün oluyor, dedi. 

Karaş, toplumsal olanla bireysel olanın iç içe geçtiği bir sahne olarak tanımladı linci: “A kişisi değil de belirli bir grubun temsilcisi gibi hissederler. Böylelikle yaptığı eylemden kendisi değil grup sorumluymuş gibi düşünürler. Bir nevi ülke vatandaşları adına şiddet uygulayan asker ya da polis gibi görürler kendilerini.”

Dr. Hakan Karaş anlatıyor

‘Linççi grup kendini devletin temsilcisi gibi görür’

Linç kelimesinin tanımına baktığımızda geçmişteki yani modern devletten önceki linç kavramı ile günümüzdeki linç kavramının farklılaştığını görebiliriz.

Linç bir topluluğun suçlu ilan ettiği bir kişiyi topluca şiddet uygulayarak cezalandırması anlamına gelir. Yani linç olgusunda topluluk bir kişiyi suçlu ilan edip mahkûm eden ve cezalandıran bir yetkiyi üstlenmektedir. Bu yetki, aslına bakıldığında toplumun devlete tanıdığı temel yetkilerin başında gelir. Dolayısıyla, linç eyleminde bir topluluk devletin işlevini üstlenmeye girişir.

Bu girişimin devlet otoritesi buna izin vermeden gerçekleşmesi mümkün değildir. Geçmişte de günümüzde de linç girişimlerinin olmazsa olmazı yani temel koşulu devlet gücünün linççileri cezalandırmamasıdır. Eski monarşik yönetimlerde linç girişimlerine (isyan vakalarındaki vb. istisnalar hariç) göz yumulmasının nedeni devlet otoritesini tehdit etmemesi idi. Modern devletten sonra linç vakalarının farklı bir işlevi vardır. İlk linç eylemlerinin ABD’de siyahilere karşı yapılmasında olduğu gibi linç eylemleri devletin yasasının izin vermediği ama devletin ideolojisiyle örtüşen eylemlerdir. Yani devletteki gücü elinde bulunduran kesimin arzusuyla örtüşen fakat yasaya aykırı düştüğü için uygulayamadığı, uygulamak istemediği şiddeti bir topluluğun yapmasına izin vermesidir.

‘Yönetimin, gücü ve kaynakları paylaşmak istememesi’

Lincin tipik örneği olan ABD’deki Ku Klux Klan eylemleri o zamanki yönetimin demokrasiyi içine sindirememesi; üretim gücünü, toplumsal gücü ve kaynakları siyahilerle paylaşmak istememesi nedeniyle mümkün olmuştur. Bu linççi grup kendini devletin temsilcisi, bir uzantısı gibi gördüğü ve daha da önemlisi devlet de açık veya örtük olarak böyle bir söylemde bulunup buna izin verdiği için linç eylemleri mümkün olmuştur.

Aynı süreçleri ülkemizde Kürtlere, Alevilere, gayrimüslimlere, Gezi eylemcilerine, transseksüel bireylere karşı yapılan linç saldırıları için de düşünebilirsiniz. Bu durumlarda neredeyse istisnasız olarak devletin hâkim ideolojisiyle uyumlu olmayan bir azınlığa şiddet uygulandığı için linç mümkün olabiliyor.

‘Anonimlik’ hissi bireyleri grup içinde eritir

Linç davranışının elbette birçok farklı sebebi var. Toplumsal olan ile bireysel olanın iç içe geçtiği bir sahnedir linç. Yine de kabaca bireysel ve toplumsal sebepler diye ayırabiliriz. Bireysel sebeplerin başında bireylerin duyguların ve grup içinde olmanın etkisiyle kendi bireyselliğini yitirmesi yer alır. Bir tür “anonimlik” hissiyle bireyler kimliklerini grup içinde eritir ve kendini A kişisi değil de, belirli bir grubun temsilcisi gibi hissederler. Böylelikle yaptığı eylemden kendisi değil grup sorumluymuş gibi düşünürler. Bir nevi (ülke vatandaşları adına yasal olarak şiddet uygulama yetkisine sahip) asker ya da polis gibi görürler kendilerini.

Diğer koşullarda linç girişimcisinin başka bir bağlamda o şiddeti uygulaması pek olası değildir. O halde bireysel düzeyde yükselmiş olan bir duygunun (öfke) eylemle boşalması, bireyselliğin yitirilmesi ve sorumluluğun devredilmesi söz konusudur. Bunların hepsi bağlam, yani bir kitle içinde bulunma ve daha büyük bir kitlenin (medya yoluyla) izlemesi (ya da izlendiğinin varsayılması) sayesinde mümkün olur. Bu noktada toplumsal sebepler devreye giriyor.

‘Kışkırtmaların amacı cezasızlık güvencesi vermektir’

Linç eylemindeki şiddetin sorumluluğunun devredilebilmesi için, devredilecek bir topluluğun olması gerekiyor. Bu topluluk sadece o anda linç eyleminde bulunan küçük kalabalık değil, aynı zamanda bu şiddeti meşru gören, onaylayan, özendiren ve kışkırtan daha büyük bir topluluktur. Bu topluluk da devlet otoritesinin temsil ettiği muhafazakâr kesimi oluşturan çoğunluktur.

Devlet erkânı ve medya bunu bildiği için toplumsal şiddeti reva ve meşru gösteren açıklamalar yapar. Linci gerçekleştiren topluluk bu yüzden cezasız kalır. Dolayısıyla bu “sorumluluğun devredilmesi” hissiyatı reel olarak bir karşılık bulmuş olur. Linççi de zaten bu sorumluluğun devredileceğini “bilir.”

Linç eyleminden önceki ajitasyonlar yani kışkırtmaların amacı sadece topluluğu şiddete yönlendirmek değil aynı zamanda cezasız kalacağına hatta ödüllendirileceğine ilişkin bir tür güvence vermektir. Yani linççi topluluğun kendisinden önce bireyi kışkırtan, yaşadığı toplumda hakim olan söylemdir.

Bahçeli ve Soylu’nun açıklamaları

İlk günkü değerlendirmesinde “Kılıçdaroğlu nereye nasıl gideceğini araştırmalıydı” çıkışı yapan AK Parti’nin Cumhur İttifakı ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli, 22 Nisan’da yaptığı açıklamada ise kimsenin kendilerini olayların gizli faili, azmettiricisi olarak göstermeye kalkışmaması gerektiğini söyledi.

CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunacağını açıklayınca Soylu, “PKK ve avanesine kucak açanların benim için mahkemeye müracaat etmeleri şahsım adına şeref beratıdır” dedi.

Bu bağlamda, “Linç eylemlerinde devlet otoritesinin tepkisi-tepkisizliği bize ne anlatmaktadır?” sorusuna Karaş’ın yanıtı şöyle:

‘Nihai sebep devletin, iktidarına yönelik tehditleri yok etme isteği’

Devletin tepkisizliğinin ya da örtük biçimde onaylamasının en temel nedeni kendini daha da güçlü kılmak istemesidir. Linç eyleminin bireysel ve toplumsal dinamiklerinin en temelinde güç ilişkisi yatar. Sosyal psikolojik ve bireysel psikolojik dinamikler olayın daha çok nasıl gerçekleştiği ile ilgilidir.

Nihai sebep devletin kendi gücünü pekiştirmek ve iktidarına yönelik tehditleri yok etmek istemesidir. Devlet uygulaması gereken hukuku yani kendi gücünü askıya alarak daha güçlü olmayı hedefler. Devlet topluluğa kendi yetkisini devrederek kendisi için tehdit olarak gördüğü muhalif kesimi illegal yoldan ve legal cezadan daha dehşetli bir biçimde sindirmeyi amaçlar.

‘İkna etmeye çalışmak devletin abilik yapmaya soyunmasıdır’

Polisin mitinglerde, gösterilerde vs. ne denli şiddet uygulayabildiğini görüyoruz. Fakat tıpkı Madımak katliamında olduğu gibi Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıda da polis veya asker müdahale etmez ya da önlem almaz. “İkna etmeye” ve “yatıştırmaya” çalışır. Güvenlik tedbiri yerine ikna etmeye çalışmak devletin devletliği bırakıp abilik yapmaya soyunmasıdır.

İşte devletin gücü devretmesi ve onaylaması derken kast ettiğim budur. Ben yapmıyorum, “değerli kardeşim” yapıyor, “zorla tutabildiğim yüzde elli” yapıyor. Ben de devlet olma vazifemi ona karşı yapmıyorum. Çeşitli ‘hassasiyet’leri olan ve bu hassasiyetlerin devlet ve medya söylemleriyle kışkırtıldığı bir kardeş bu.

Muhalif partilerin terörle ilişkilendirilmeye çalışılması ve halka böyle sunulmasının bir işlevi de budur. Muhalefet partilerini terörle ilişkilendirmekle sadece onlara verilen oyun azaltılması amaçlanmaz. Onlara uygulanacak yasal ve yasal olmayan cezaların zeminini hazırlamak ve muhalefeti korkutarak sindirmek de amaçlanmaktadır. İşte linç bu illegal cezalandırmanın en dehşet verici tezahürüdür.

Ekonominin bozulması linci kolaylaştırıyor

Öte yandan olay akabinde yaşanan döviz kuru artışı da toplumdaki güven bunalımını büyüttü. Ekonomi yazarı Uğur Gürses’in bir tweeti, konunun reel piyasalara etkisini en özet şekliyle gözler önüne serdi:

Linç eylemlerinin güç ilişkileriyle ilgisini de değerlendiren Dr. Hakan Karaş, kaynakların paylaşımı çatışmasına dikkat çekti.

‘Azınlıkların ve muhaliflerin dışlandığı bir dönem’

Linç eylemlerinin güç ilişkileriyle ilgili bir diğer boyutu kaynakların paylaşımı ile ilgilidir. Ekonomik zorluk dönemleri linç girişimleri için çok elverişli dönemlerdir. Bu dönemlerde azınlıklar ve muhalifler toplumsal saldırılar ile üretim sahnesinden dışlanmış olurlar. 6-7 Eylül olayları ve daha yakın geçmişteki Kürt esnafa yönelik saldırılarda işin bu boyutu -örtük de olsa- daha etkindir.

Ünlü sosyal psikolog Muzaffer Şerif buna “gerçek çatışma kuramı” der. Çünkü tıpkı devlet ve muhalefetin güç ilişkisinde olduğu gibi burada da sosyal kimlik meselelerin çok ötesinde olayın reel ekonomik bir boyutu vardır.

‘Cezasızlık eylemin tekrarına zemin hazırlar’

Linç toplumsal şiddetin en görünür biçimlerinden biridir. Şiddet tıpkı bir virüs gibi sadece ortaya çıktığı yerde kalmayıp toplumun her kesimine sirayet eder. Bir kez olağan ve meşru görüldü mü yaygınlaşmaya başlar. Güçlü güçsüze, erkek kadına, erişkin çocuğa daha fazla şiddet uygular.

O yüzden toplumsal şiddet sadece failin ve mağdurun meselesi değil, tüm toplumun güvenli ve huzurlu bir biçimde yaşama sorunudur. Şiddetin faillerinin cezasız kalması ve toplumun tepki göstermemesi her türlü şiddete olduğu gibi, linç girişimlerinin tekrar edilmesine de zemin hazırlar. Bunun için devletin “abilik” değil “devletlik” yapması, yani hukuku uygulaması gerekir. Bunun yolu da toplumun yetki verdiği devlete, bu yetkiyi yasalara uygun biçimde kullanması yönünde mücadele etmesidir.

İktidarın kontrolündeki medyaya eleştiri

Sadece bu olayda değil Türkiye’nin ağır bir sicile sahip olduğu geçmişteki linç vakalarında da olayın kilit noktasında yer alan medyanın pozisyonunu, sorumluluğunu Journo’ya değerlendiren gazeteci Faruk Bildirici gazeteciliğin asıl işlevini hatırlattı, iktidar kontrolündeki medya kuruluşlarını eleştirdi ve sordu: “Böylesi bir linç girişimi, Kılıçdaroğlu’na değil Erdoğan ya da Bahçeli’ye yönelik olsaydı nasıl bir yayın yaparlardı?”

Faruk Bildirici anlatıyor

‘Gazetecilik gerçekleri açığa çıkarma faaliyetidir’

Unutmayalım, gazetecilik gerçekleri gizleme, birilerinin sorumluluklarını örtbas etme işi değildir. Aksine gerçekleri açığa çıkarma ve sorumluları açıkça söyleme, yazma, anlatma faaliyetidir. Bu bağlamda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin ideolojik ve psikolojik zeminini, “Cumhur İttifakı” mensuplarının oluşturduğunu gizleyemeyiz.

Ortada gerçekten bir “gaz sıkışması” varsa, bu sıkışmanın yaratılmasından birinci derecede sorumlu olan kişiler Cumhurbaşkanı Erdoğan, MHP Genel Başkanı Bahçeli ve İçişleri Bakanı Soylu’dur. Seçim kampanyası dönemindeki söylemleri bunun açık kanıtı.

‘Medya hep güç odaklarının linç politikalarına alet oldu’

Politikacılar gibi gazetecilerin de hiçbir gerekçeye sığınmadan, nereden gelirse gelsin, her koşulda ve her zaman, net bir dille ayrımcılığa, nefret söylemine ve şiddete karşı çıkması gerekli. Yumruklanan politikacı Taner Yıldız ya da Ahmet Türk de olsa, linç girişimine maruz kalan kişi Kılıçdaroğlu da olsa hedefteki bu kişilerin kimliklerine bakılmaksızın şiddete tavizsiz bir üslupla karşı çıkılmalı.

Ne yazık ki, bu ülkede medya politikacılara yönelik yumruklama ve linç olaylarında böyle bir tavır sergileyemiyor. Dahası medyanın hep siyasi iktidarın, güç odaklarının, siyasetçilerin linç politikalarına alet olduğunu, lince zemin oluşturulmasına aracılık ettiğine tanık oluyoruz. 6-7 Eylül olaylarında da böyleydi, Kılıçdaroğlu’na saldırı olayında da…

‘Güneş gazetesinin manşeti tek etken değil’

Seçim dönemi boyunca Erdoğan ve Bahçeli, kendi ittifaklarına oy vermeyenleri terörist/hain/düşman/öteki vb. ilan etmekle kalmadı. CHP ve Kılıçdaroğlu’nu PKK ve terör ile özdeşleştirmeye gayret etti. Bunu yaparken de kullandıkları işlevsel aygıt, medyaydı. İktidar kontrolündeki medya kuruluşları, bu söylemin milliyetçi/muhafazakâr seçmen tarafından benimsenmesini sağladı.

Buradan hareketle, Çubuk’taki linç girişiminde o gün yayımlanan Güneş gazetesinin “Mutlu oldun mu Ekrem” manşetinin tek etken olduğu söylenemez. Çünkü o manşet, aylardır iktidar gazeteleri ve televizyonlarının sürdürdüğü CHP ve Kılıçdaroğlu’nu hedef gösteren yayınlarının ilki de değildi, sonuncusu da.

‘İktidar medyası ülkenin geleceğine zarar veriyor’

Nitekim bu gazete ve televizyonlar, Erdoğan ve Bahçeli’nin söylemlerine uygun olarak Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin meşrulaştırılması ve hatta Kılıçdaroğlu’nun “suçlu” gösterilmesi için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. İktidarın söyleminde olduğu gibi bu medyaya göre de Kılıçdaroğlu’nu yumruklayan, taş atan, “evi yakın” diye bağıran saldırganlar değil, Kılıçdaroğlu suçlu!

Tam bir “sahibinin sesi” durumu yaşanıyor bu medyada. Korkarım iktidar sahibi politikacıların ve iktidar medyasının hedef gösteren, düşmanlaştıran bu tavrı değişmediği sürece böylesi şiddet ve linç girişimleri ile daha çok karşılaşırız.

Umarım bu kuruluşlarda çalışan gazeteciler, ülkenin “bekası” açısından bu tavırlarını gözden geçirirler. Böylesi bir linç girişimi, Kılıçdaroğlu’na değil Erdoğan ya da Bahçeli’ye yönelik olsaydı nasıl bir yayın yaparlardı? Sanırım bunu düşünmeleri yeterli olur bu ülkenin geleceğine verdikleri zararı anlamaları için…


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – KILIÇDAROĞLU’NA SALDIRI SONRASI ÖNE ÇIKAN 5 MEDYA YORUMU

Sevim Gözay

1993 yılında girdiği medyada birçok yapımda kamera arkasında çalıştı. 2000’de kamera önüne geçti ve kendi programlarına imza attı. Ödüllü programları Stüdyo: Sinematik Portakal ve Cosmopolis. Kitapları: Kasetten Canlı (2013), Sinemaskop Randevular (2015). İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede 14 Ocak 2021'de hayata gözlerini yumdu.

Journo E-Bülten