Yeni çıkanlar arasında çarpıcı bir kitap yakaladım; ‘Organik Bozukluk: 21. Yüzyılda Tembellik Hakkı’ adlı bu çalışma, Şenay Aydemir imzasıyla Can Yayınları’ndan çıktı. Beş, hele on yıl önce olsa; “Gazetecilerin mutlaka okuması gereken kitap” diyebilirdik. Ancak yeni medya sayesinde -veya yüzünden- artık herkes yayıncı, herkes ‘medya’ olduğuna göre herkesin okuması gerek. İşsizlik durumuna-kavramına, Paul Lafargue’nin ünlü kitabı Tembellik Hakkı üzerinden yaklaşan Aydemir, uzun süre çalıştıktan sonra ‘tahliye’ olup işsiz hayata geçenlere önemli tavsiyelerde bulunuyor. “Budur!” dediğim birçok bölüme ve durum tespitine rastladım. Yer yer acı acı, yer yer sesli güldüm. İşsizlik bizim sektörün şanındandır nitekim, hepimiz defalarca yaşadık, yaşıyoruz veya her an yaşayabiliriz. Çalışırken ise işsizlik fantezisi kurup duruyoruz, ya hep ya hiçtir çünkü bu meslek. Arası deresi, insani bir dengesi yoktur. Sıcağı sıcağına sohbet etmek için kitabın yazarı, gazeteci Şenay Aydemir’le buluştuk. İşte kayıttayız…
Tembelliğe övgü manifestosu mu desem, işsizliği kullanma kılavuzu mu; hem eğlenceli, hem çok faydalı iş bu Şenay, tebrikler. İş dedim bak 🙂
Tabii, ben iş icat etmeyi seven biriyim. 2014 Haziran’ında Radikal kağıt baskıya son verip ben de işten ayrıldıktan sonra bir süre dinlendim birkaç ay. Ama sonrasında iş icat etmeden durabilen birisi değilim, çalışmayı severim.
İşten ayrıldın ve nasıl gelişti olaylar?
Önce bir sinema kitabına başladım bir arkadaşımla beraber, halen devam ediyor ama elimizde olmayan nedenlerle bir ara verildi, onun benimle ilgili kısmı bittikten sonra ister istemez bir iş icat etmem gerekti. ‘İşsizlik’ diye anmak istemiyorum. Genelde bir patrona, bir şirkete emeğinizi sattığınızda bir ‘iş’iniz varmış gibi algılanıyor; halbuki çalışmaya devam ediyorsunuz. Bildiğiniz bir iş var ve onu yapmaya devam ediyorsunuz. Ekonomik getirisi beklentinizi karşılamıyor olabilir, ama siz çalışmaya devam ediyorsunuz.
Nasıl çıktı bu kitap?
Bir kitap olarak tasarlamadım aslında, bir yazı olarak başladı. Paul Lafargue’yi çok severim, Tembellik Hakkı başucu kitaplarımdan biridir. Onu yeniden okuduktan sonra o başlığın ironisinden yola çıkarak, “Bu çağda bu nasıl elde edilebilir?” hakkında bir yazıya oturdum. Derken yazı uzadı, uzadıkça alt başlıklar açıldı, alt başlıklar açıldıkça yeni konular açıldı, başka çağrışımlar oldu, büyüdü. Büyüdükçe de yazma isteği uyandı ve yazmaya devam ettim. Sonunda büyüye büyüye bir kitap oldu.
Teknoloji ilerledikçe gazetecilikteki ‘mesai’ kavramının nasıl ortadan kalktığını anlatıyor ve diyorsun ki, “Tembellik hakkı için geriye tek bir seçenek kalıyor: İŞSİZLİK” Biraz anlatsana, teknolojinin çaktırmadan artırdığı mesai hallerini?
Ben 96’dan beri gazetecilik yapıyorum. 97’de mesleğe dönüştü ve yirmi yıl oldu. On yedi yıl boyunca aralıksız çalıştım. Lafargue, tembellik hakkının en büyük dayanağının teknoloji olduğunu söylüyordu, “Teknoloji geliştikçe bize daha fazla zaman kalacak” diye bir tespiti vardı. İroni şu: 90’lı yılların sonlarında gazeteler 4’te 5’te (akşamüstü) biterdi. Kalıpların havaalanına ulaştırılması gerekiyordu. Gazete İstanbul’da basılıyorsa yine yurdun dört bir yanına ulaşmak için uçaklara yetiştirilmek zorundaydı. Sonra internet ile beraber o sayfalar, bölgedeki matbaaya online olarak gönderilmeye başlandı. Dolayısıyla mesai 4-5’ten, 6-7’ye, sonra 7-8’e çekildi. Ama sabah işe geliş saati değişmedi, çünkü gündem sabah başlıyordu. Sabah 9’dan gece 8’e kadar çalışır olduk…
Son gelişmeleri girmek için…
Tabii, gazeteciliğin doğası gereği, mümkün olduğunca sıcak gazete basmak için. Sonunda akıllı telefonlarla beraber, tüm zamanı kaplayan bir mesaiye dönüşmeye başladı iş. Bir konsere, bir lansmana gittiğinizde gece 12’de evinize dönüp, onu yazıp cep telefonuyla çektiğiniz fotoğrafla beraber gazeteye göndermeniz istendi. Okur açısından bir kazanç bu. Fakat çalışanın mesaisini sınırsız ve esnek bir hale getiriyor. Beklenen şey iş bölümü olabilirdi; sabah gelip 5-6’da çıkanlar ve o saat gelip gece 12’ye kadar çalışanlar şeklinde. Sadece bizim değil bütün işkollarının sorunu bu. Müdürün mailine cevap vermediği için işten atılan kurumsal çalışanlar görüyoruz haberlerde. İnsanlar 12 saat çalışıp bir de gidip evde rapor hazırlıyorlar ki, sabah 9’daki toplantıya o raporu koysunlar. Bu, insanların hayatından çalan bir şey. Çalışmanın benim kafamda bir tek rasyonel mantığı var: Bir yere 8-10 saatimi satarım ki kendime ait 16-14 saati satın alabileyim. Düz mantık budur, yoksa niye çalışalım? Teknoloji bu sınırları iyice esnetti ve kendimize ait zaman-alan iyice daralmaya başladı. Biz bunu meslek aşkıyla kutsayıp kabul ederken emek-değer ilişkisini kaybettik.
Çeşitli sebeplerle ‘işsizlik’ medya mensubunun baş belâsı. Bir gün önce gazeteyi yapanlardan birisindir, bir gün sonra büfeden alanların arasındasındır, öyle değil mi?
Evet, bu biraz son on yılın icadı. Ondan önce –en azından gazeteci ağabeylerimizden biliyoruz- bir gazetede 25 yıl çalışıp tatlı tatlı emekli olmak mümkündü. Bunun bir tarafı medyadaki sermaye dönüşümüyle ilgili, bir tarafı da iş formunun değişmesiyle ilgili Türkiye’de. Sadece medyada olduğunu da gözlemiyorum. Babalarımızı düşünelim, onlar bir işe girdiler ve oradan emekli oldular. Dedelerimiz de öyle. Ama meselâ benim amcam üçüncü işinde şu anda. Her beş on yılda bir, bir şekilde ayrılmak, başka bir işe girmek zorunda kalıyor. Günümüzde ‘iş güvencesi’ dediğimiz şey herhangi bir yasal güvence altında değil. Bu, medyada iyice azgın bir şekilde tezahür etti. Çünkü çok örgütsüz bir alan medya. Bir de gazeteci milletinin görünmek-görünür olmak ile ilgili verdiği tavizleri ve dayanışmadan uzak tutumları işin içine girince iyice parçalandı. Hepimizin egoları birlik olmanın, dayanışmanın önüne geçince o parçalanma daha kolay oluyor ve sonunda sıra size de geliyor. Gazete öyle bir şey ki, sabah taptaze alır okursunuz, öğlen üzerinde yemek yersiniz. Ömrü o kadar kısa olan üretimde, iş de biraz o hâle geliyor. Okunduğu anda biten bir üretim gazete.
Sendikalılığın ve sosyal hakların zayıf olduğu bir sektör. Siyasetin ve taraflılığın hegemonyasındaki şu dönemin diğer büyük sorunu da dijitale evrilmek, öyle değil mi? Gazeteler kağıdı terk ediyor, çalışma kültürü ve araçları değişiyor, var mı ötesi?
Şunda bir terslik görmüyorum; her şey kendi çağının formuna uyar. Dünyada da oluyor ama bizdeki kadar vandalca olmuyor, problem olan bu. Bizde dijitale geçiş çok Türk tipi oldu. Çok dejenere oldu gazeteler ve gazete içeriği. Her şey ‘tık’a bağlandı ve bu, insanların en arkaik duygularını besleyecek şeyler –taciz, tecavüz, cinsellik vb.- üzerinden üretilir oldu. İkincisi, bizim medya sermayesi bunu ciddi bir sömürü aracına dönüştürdü: Bütçeleri hemen daralttı, kalifiye elemanları hemen çıkarttı. Ve iş, içerik üretmekten çıkıp içerik çalmaya ve kopyalamaya döndü. Başkasının içeriğini al, çal, kopyala, gönder. Bunun için kalifiye elemana ihtiyacınız yok. İçeriği öldüren, deneyimli gazetecileri tasfiye eden bir dönemi başlattı bu. O yüzden de o kadar çok hatalı haber çıkıyor ki. Örneğin, bu kitabın basın bülteni birçok internet sitesine ‘aynen’ konuldu. Editörlüğün namusundandır oysa, bir haber geldiği gibi girmez. Haber mükemmel yazılmış olsa bile editör ona bir müdahale yapmalı, ya spotunu ya girişini değiştirmeli. Editörlüğün namusudur bu, yoksa orada ne işin var?
Daha vandalca bir örnek?
Fatih Akın’ın Cut filmi Venedik Film Festivali’nde gösterildiğinde Agos bir muhabirinin cebine parasını koydu, onu Venedik’e gönderdi, orada ona bir otel kiraladı ve Fatih Akın ile bir röportaj yaptırdı. Röportaj gazetede çıktığı gün, daha Agos Twitter’dan duyurduğu an internet siteleri birinci sayfa spotlarından alıp haber yapmaya başladılar. Bunun üzerine Agos, panikle röportajın içeriğini internete koydu. Bu defa onu çaldılar ve bildiğimiz tüm çok tıklanan haber siteleri ve gazeteler röportajı “Agos’ta çıkan habere göre” diye koydu ve herkes o büyük sitelerden okudu röportajı. Muhabirin adını bile koymadılar bir köşeye. Peki şimdi Agos o muhabiri niye çalıştırsın? Sigortasını, maaşını neden ödesin? Otel parasını, uçak biletini niye ödesin? Bir sonraki festivale neden muhabir göndersin? Sen bu kadar vahşice bunu sömürüyorken… Sen Türkiye’nin en büyük medya kuruluşlarından biri olarak Venedik’e muhabir göndermiyorsun ve ufacık bir gazetenin masraf edip gönderdiği muhabirin işini sömürüp talan ediyorsun ve kimse onu o gazeteden okumuyor senin yüzünden. Bu çok çarpıcı bir örnektir. Tam bir sömürü mekanizmasına döndü. Kimse içerik üretmiyor, herkes çalıyor. Aynı haber, aynı başlıkla pat pat önüne düşüyor birkaç saniye arayla her portaldan. Biri bir ismi yanlış yazmışsa, o isim her yerde yanlış çıkıyor.
Peki, işsizliği fırsata çevirmeyi öneriyorsun kitapta. Özellikle kültür sanat yayıncılığı kan ağlıyor malum, işsiz gazeteci sayısı, işli gazeteci sayısını geçti neredeyse. Ne olacak bu kültür sanatın hâli? Tuzukuruların oyun alanı mı olacak?
Oraya evrilmiş durumda zaten genel olarak. Kültür sanat özelinde de gazetecilikte de iş biraz oraya evrilmiş durumda. Son yıllarda meselâ bize staja gelen gençlere “Anne babanız size beş yıl bakacak durumda değilse bu işe hiç girmeyin” diyorduk. Çünkü para alamıyorlar. Bahsettiğimiz emek-değer karşılığından bihaber olmakla ilgili bir şey. Çünkü bedava çalışmaya razı insanlar var, sırf ismi görünsün, adı duyulsun, tanınır olsun diye. Benim mesleğe başladığım zamanda gazetecilik daha alt-orta sınıf mesleğiydi. Bugün ise sürdürülebilir bir geçim olanağı sağlamıyor. Ailenizden, bir yerlerden destek almadan gazeteciliğe başlamak, hele de bununla hayatınızı döndürmek ilk dört beş yıl imkânsız. Bir sürü insan başka iş alanlarına geçmek zorunda kalıyor. Kitapta da biraz anlatmaya çalıştım, giderek gönüllülüğe dönecek, insanlardan telif istediğinizde “Ne münasebet” der gibi bakıyorlar artık. Pardon da bu benim yirmi yıllık emeğim! O yazıyı belki yarım saatte yazacağım ama o meşhur ressamın dediği gibi; yirmi yıl artı yarım saat.
Sana da öyle olur mu bilmem, en iyi öğrenme ve özeleştiri biçimi olduğunu düşünürüm ben yazmanın; haklı olduğunu düşündüğün konularda delik deşik olabilirsin misâl. İçsel olarak seni nasıl etkiledi yazım süreci?
Ben öyle çok endişelenen biri değilimdir, nadirdir benim gelecek kaygılarım, endişelerim ama iki şeye dikkat etmeye çalıştım. Toplam beş ay kadar sürdü yazma süreci. Çevremdeki benzer durumdaki arkadaşlara çok dikkat etmeye çalıştım. Hem medya, hem de başka sektörlerden olan. Onların hikâyelerinden karakterler yaratmaya çalıştım. Bazıları gerçek, bazıları birkaç karakterin birleşimi. Ben işin biraz zevk tarafındaydım, çünkü ben atılmadım, işten ayrılmayı tarcih ettim. On yedi yıl aralıksız haftada altı gün çalıştıktan sonra biraz çalışmamaya ihtiyacım vardı. Bir süre sonra fark ettiğim şey, çalışma düzeninin nasıl da yıprattığı, tekdüzeleştirdiği ve muhafazakârlaştırdığı. Bir sürü şey kaçmış gitmiş, evinizi bile tanımıyorsunuz. Dolayısıyla, evi tanımaktan başlayarak bütün her şey ufak ufak kendiliğinden belirmeye başladı. Ama kaygılar da var kitabın içerisinde. Ben şaslıydım, kira vermiyordum, okutacak çocuğum yoktu, ama o durumda olan arkadaşlarım, tanıdıklarım vardı. Onların parayla kurdukları ilişki benimki gibi değildi. Ben idare edebilirdim, ama onların zorunlu ihtiyaç skalası çok daha genişti. O gözlemlerin de çok faydası oldu.
Sadece işsizleri ilgilendiren bir kitap değil bu, bir ‘çalışan fantezisi’ aynı zamanda. ‘İşsizliği’ yeni başlanan bir ilişkiye benzetmene, “endişeli göz büyümesi” teşhislerine ve mutfak sırlarına ayrıca bayıldım. İşsizlik deneyimi herkese lâzım…
Bence de. Koşulları uygun olanların, düzenli çalışmış olanların işsizlikten paniklememesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de biraz tazminat alınmışsa bunun tadının çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Ben yemek yapmayı seviyorum meselâ, onu çeşitlendirdim, yeni yeni yemekler yapmayı öğrendim bu esnada. Ekonomi kısmının gelip dayandığı bir yer var ama hızla feveran etmemek lâzım. İşsizliğin çok olanağı var. Büyük kentlerde meselâ bedava film gösteren o kadar çok yer var ki; İtalyan sineması, İspanyol sineması, Meksika sineması, Şili sineması getiriyorlar durmadan ve bedava. Git, seyret yani. Bir sürü müze açık, sergi alanı açık, kenti bilmiyoruz. Ben en son Topkapı Sarayı’na yirmi yaşında falan gitmiştim, kırk yaşında tekrar gittim. Yıllarca haftanın tek bir izin gününü arkadaşlarımla, sevgilimle geçirdim, başka bir seçeneğe açık olmak istemedim. Kalkıp bir yerlere gidecek enerjiyi bulamıyordum kendimde. Dolayısıyla, ben bunun fırsat olan taraflarını görmeye çalıştım.
En çok neyi vurgulamak istedin bu kitapta?
Paul Lafargue’nin ‘Tembellik Hakkı’ bir teori kitabı. Bu ise bir teori kitabı değil, oradaki espriyi bugün üzerinden tartışmaya çalışan bir kitap. Ben bu çağda tembellik hakkı dediğimiz şeyin ancak işsiz kalınarak elde edilebilir olduğunu düşündüm. Çünkü Lafargue’nin kastettiği tembellik “yan gelip yatmak” değil. İdeal, insani çalışma koşulları ve kalan zamanı kendimize, sevdiklerimize ayırabilmek. Kastettiği şey bu. Çalışacağız, üreteceğiz ama insani koşullarda. Bu azgın kapitalizm koşullarında bu ancak işsiz kalınca becerebileceğimiz bir şey. Para dönüp dolaşıp sizi sıkıştırmaya başlıyor, bundan kaçamıyorsunuz. Üç ay, altı ay, iki yıl sonra bir noktada para kâbusunuz olmaya başlıyor. Paraya teslim oluyorsunuz, çünkü bizlerin “asgari yaşam standardı” dediğimiz şey babalarımızınki gibi değil. Problem bu noktada başlıyor.
Tüketim zinciriyle aran nasıl? Süreç seni nasıl eğitti, yaşam alışkanlıklarını törpüledi mi?
Valla dün, üç yıl sonra ilk defa kot aldım kendime (Gülüyor). Şunu fark ediyorsun aslında; çalışmak seni geleceğe dair borçlandırıyor. Cebinde para olmasa bile gelecekteki paranı kullanabiliyosun ve borcunu geleceğe havale edebiliyorsun. Ama işsizken veya freelance iken öyle olmuyor. İşsiz kaldığımda fark ettim ki, hiç gömlek almasam beş yıl yetecek kadar gömleğim var, beş yıl yetecek kadar pantolonum, ayakkabım var. Yeterince okumadığım kitap, seyretmediğim DVD koymuşum raflara. Dolayısıyla, yemek içmek dışında düzenli alacağım bir şey yok aslında. O kadar tüketmenin o kadar zorunlu olmadığını anlıyorsun. İhtiyaç diye tanımladığımız birçok şey tüketim zincirinin bir halkası.
İşsizlik salgını malum, bir de işte kalmak için konjonktürel performans sergileyenler var. “Simit sat onurlu yaşa” noktasında mı medya, ne dersin?
Tek amacı işini düzgün yapmak olan emekçiler yapmaya devam etsin, kişisel olarak onların tutunma çabalarını iyi buluyorum. Yarın biraz ferahlama olduğunda onların orada var olması bir avantajdır. Fakat bu kamusal bir iş ve insanlık onuru diye bir şey var. Sorumluluk pozisyonunda olanları mazur görmek mümkün değil bazı yayın organlarında. Öte yandan en çok feveran eden bazı ‘üstatlar’ var ki meselâ; e siz yaptınız! Biz sizinle çalıştık, yıllarca nasıl tavırlar takındığınızı biliyoruz. Bugün dışarı düştünüz diye haklı durumda değilsiniz. Medayadaki örgütlülüğü siz dağıttınız 80’li, 90’lı yıllarda. Kendi arkadaşlarınızı kandırdınız, “Sendikadan çık, sana üç kat maaş” diye. Eyvallah meslek büyüğümüzsünüz ama medyanın bu hâle gelmesinden siz sorumlusunuz. 12 Eylül’den önce solcu bildiğimiz ağabeyler dağıttı medyayı.
ŞENAY AYDEMİR KİMDİR?
Sinema yazıları yazmaya üniversite yıllarında öğrenci gazetesinde başladı. 1997-2014 yılları arasında Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde çalıştı.
Evrensel Kültür, Milliyet Sanat, Arka Pencere ve Altyazı başta olmak üzere birçok dergide eleştirileri yayımlandı. 60’ların Türk Sineması, 70’lerin Türk Sineması, Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan, Marka Takva Tuğra kitaplarına yazılarıyla katkıda bulundu. Birçok film festivalinde jüri üyeliği yaptı.
Organik Bozukluk – 21. Yüzyılda Tembellik Hakkı
Yazar: Şenay Aydemir
Yayınevi: Can Yayınları , Kırkmerak Dizisi
Sayfa Sayısı: 112
Baskı Yılı: 2016