Anayasa değişikliği için referanduma gidileceğinin kesinleşmesi ile Şili’de 1988 referandumu için yürütülen “Hayır” kampanyasını anlatan, yönetmenliğini Pablo Larraín’in yaptığı “No” filmi, bir nevi ilham kaynağı olmaya başladı. Kısa zaman içinde bu konuda birçok haber ve köşe yazısı yazıldı. Bu yazıların çoğu, referandum sürecini, özellikle filmi ve filmin uyarlandığı Antonio Skármeta’nin El Plebiscito kitabını, Sosyalist Parti lideri Salvador Allende başkanlığındaki Unidad Popular hükümetini ve Augusto Pinochet önderliğinde gerçekleşen askeri darbenin nasıl bir diktatörlük kurduğunu anlatıyor. Genel olarak Şili tarihini film ve kitaplarda betimlendiği gibi aktaran bu yazılar, Türkiye ile paralelliklere dikkat çekiyor ve Şili’nin gerçekleştirmiş olduğu demokratik yöntemle diktatörlüğe hayır demenin mümkün olduğunu vurgulayarak pozitif kampanyanın nasıl etkili bir araç olabileceğini sunuyor.
Pinochet’nin referandum kararı almasının sebeplerinden biri, muhalefetin yıllarca verdiği mücadeleydi. Özellikle de işçi sınıfı ve öğrenci hareketinin askeri rejim sürecine göstermiş olduğu direniş, seçmen olarak resmi kayıtları bulunmayan milyonlarca işçiyi seçmen olarak kaydettiren Şilili devrimcilerin göstermiş olduğu örgütlenme başarısı ve o dönemde Şili’nin iki önemli futbolcusunun almış oldukları farklı duruşlar bize Şili’de yaşanan sürecin aslında birçok katmanı olduğunu hatırlatıyor.
Bu yazıda daha önceden aktarılmış olan Şili’deki referandum sürecini, “korku” teması yerine pozitif bir kampanya yürütmenin ve toplumun bir araya gelmesinin önemini vurgulamayacağım. Şili’de Anayasa Mahkemesi’nin 1985 yılında vermiş olduğu karar ile referandumun özgür ve adil bir şekilde yürütüldüğünü ve ancak bu sayede “Hayır” zaferinin elde edildiğini anlatmak istiyorum.
Fakat asıl meseleye girmeden önce, Türkiye ve Şili’deki halkoylamalarını inceleyen bir yazıya dikkatinizi çekmek isterim. Toplum ve Bilim dergisinde 2012 yılında (vol. 124) Serra Akyüz’ün “Anayasa referandumlarının demokratik meşrutiyet kriterleri: Türkiye ve Şili deneyimleri” adlı makalesi Türkiye’deki 1982, 1988, 2010 ve Şili’deki 1978, 1980, 1988 ve 1989 halkoylaması deneyimlerini inceleyerek bunları demokratik meşrutiyet ekseninde ele alıyor.
1980 Şili Anayasası’na göre, cuntanın başı Augusto Pinochet’nin sekiz yıllık döneminin sona ermesinden sonra askeri rejimin aday gösterdiği bir kişi, plebisit formatında gerçekleşecek halkoylamasında tek kişilik başkanlık yarışında oylanacaktı. Anayasa’nın 29. geçici maddesine göre, eğer askeri rejimin sunduğu aday seçilmez veya Milli Güvenlik Kurulu kendi içinde anlaşamayıp bir aday gösteremezler ise, Pinochet ve cunta rejimi bir yıl daha görevde kalacak ve sonrasında seçimler yapılacaktı.
Generali kendi kurallarıyla yenebilme seçeneği
1988 yılında seçimlerin yapılacak olması nedeniyle 80’lerin ortasından itibaren muhalefet harekete geçmiş fakat bir sonuç elde edememişti. Tek kişinin yarışacağı bu halkoylaması muhalefete generali kendi koyduğu kurallar ile yenebilme seçeneğini sundu. Çeşitli muhalefet kanatlarının kendi içlerinde askeri rejime karşı en başarılı strateji konusunda anlaşmaları gerekiyordu. Beklenen oylamayı boykot edebilir, kendi adaylarını öne sürebilir veya silahlı direnişe geçebilirlerdi.
Muhalif 14 parti bir araya gelerek gevşek bir koalisyon altında birleştiler ve rejimin koymuş olduğu kurumsal kurallara uyarak onu yıkma taktiğini benimsediler. Fakat “Hayır” kampanyasının önceliği, seçmenleri sürecin güvenilir olduğuna ve hakikaten de Pinochet’nin hükmüne son verebileceğine ikna etmekti. Bu güvenceyi veren, askeri rejim sırasında gerçekleşecek olmasına rağmen adil ve özgür bir sürecin gereklerini talep eden Anayasa Mahkemesi’nin (Tribunal Constitucional de Chile) bir kararı oldu.
Seçim Mahkemesi’nin (Tribunal Calificador de Elecciones – TRICEL) görevi, senatör ve vekillerin seçimi sırasında başlayacaktı. Bu da 1988 referandumu sırasında TRICEL’in faaliyette olmaması demekti. Pinochet veya taraftarlarının seçim sonuçlarına müdahale etmesinin önünde hukuki bir engel olmayacaktı.
Anayasa hükümleri gözetildi
Muhafazakar ve askeri rejime yakın olması ile bilinen Anayasa Mahkemesi 24 Eylül 1985’te dörde üç verdiği karar ile askeri rejimin aleyhinde bir hükümde bulundu. Mahkeme bu yasayı anayasaya aykırı buldu ve TRICEL’in yani bağımsız bir seçim komisyonunun referandumdan kurulmasını ve referandum süresinde faaliyette olmasını şart koştu. Yasal kültürün son derece güçlü olduğu Şili’de, her ne kadar askeri rejim tarafından yazılmış olsa da geçerli bir anayasa mevcuttu ve bunun öngördüğü kurallar vardı. Anayasa Mahkemesi verdiği hükümde, referandumun geçerli ve anayasaya uygun olması için 1980 anayasasının kalıcı maddelerinde öngörülen seçim sisteminin tamamen yürürlükte olması gerektiğini belirtti. Buna göre, seçmen kayıtları, bağımsız gözetleme ve sayım için gerekli şartların sağlanması gerekiyordu. Daha sonraki hükümlerinde de, Anayasa Mahkemesi askeri rejimin geçirmiş olduğu organik yasaların getirdiği ve anayasa ile çelişen hak kısıtlamalarını iptal etti. Buna göre, seçmen kayıt prosedürleri, parti kurma, oy kullanma, oy sayma, seçim kampanyaları gibi konularda hukuk önündeki eşitliliği ihlal eden bütün hükümleri iptal etti.
Anayasa Mahkemesi’nin kararı tarafsız bir seçim sürecinin gerçekleşebilmesini güvence altına aldı. Mahkemenin kararının direkt sonucu olarak kayıtlı olan her bir parti seçim sandığında bir gözlemci bulundurabildi, pusulalar halkın önünde açıldı ve sayıldı.
Pinochet’nin referandumu otoriter bir rejimi meşru kılmaya yeltenirken, olaylar ummadığı bir şekilde demokrasiye geçişin ilk adımını oluşturdu. Fakat referandum öncesinde kararlarına saygı duyulan ve uyulan bir Anayasa Mahkemesi vardı. Ve Anayasa Mahkemesi her ne kadar ideolojik olarak askeri rejime yakın ise de, verdiği kararlar ile anayasanın üstünlüğünü savunmuştu. Karamsar olmamaya çalışsak da, karşılaştırma yaparken iki ülke arasındaki bu önemli farkı göz ardı etmememiz lazım. Bu sayede siyasi partiler özgürce kampanyalarını yürütebilmiş ve o hepimizin çok sevmiş olduğu “NO” filminin anlattığı gibi halka mesajlarını duyurabilmişlerdi.