Dünya genelinde 11 Eylül’ün ardından, Türkiye’de ise 2015 yılından bu yana ‘medya’ ve ‘terör’ kelimeleri sıklıkla bir arada kullanılıyor. Mevcut siyasi iktidar ve çevresi bu başlık altında, son bir ayda çeşitli sempozyum ve paneller düzenledi. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un bu toplantılardan birinde sarf ettiği “Terörün propaganda gücüne karşı medyanın uyanık olması lazım. Çok açık söylüyorum, medya bu konuda inşallah bundan sonra mecburen ayağını denk almak durumunda kalacak” sözü özellikle dikkat çekiciydi.
‘Medya’ ve ‘terör’ sözcüklerinin son iki yılda bu kadar sık yana yana gelmesinin nedenlerini, etkilerini ve sonuçlarını akademisyenler Esra Arsan, Güven Gürkan Öztan ve Zafer Yörük değerlendirdi.
Medya ve terör kavramları neden yan yana getiriliyor?
Akademisyen ihraçlarına karşı görev yaptığı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden istifa eden Journo Yayın Danışmanı Doç. Dr. Esra Arsan:
“Özellikle siyaset bilimciler ve gazetecilik araştırmacıları devletin ‘terör’ söylemiyle ‘gazetecinin terör olarak nitelendirilen olayları habere dönüştürme süreçleri’ hakkında çalışıyor. Gazeteci devletin ‘düşman algısını’ olduğu gibi kabul etmeli mi? Medya kuşkusuz şiddet içeren, suçlayıcı, yargılayıcı haberlere karşı çok dikkatli bir dil kullanmalı ve bunu yaparken haber kaynağı olarak devletler kadar devletin suçlu ilan ettiği aktörlere de mikrofon tutmalı. Ama baskıcı ve yasakçı rejimlerde gazetecinin bu görevini layıkıyla yapması zorlaşıyor. Hükümetlerin çıkardıkları yayın yasakları, sansür ve gazeteciyi suçlu gibi gösteren yasal düzenlemeler hem gazetecilik yapmayı güçleştiriyor hem de halkın haber alma hakkı önünde engel.”
‘Basın özgürlüğü ‘güvenlik’ kriterine göre sınırlandırılıyor’
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde ders veren Yrd. Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan:
“2015 yazından itibaren medya ve terör başlıkları daha sık yan yana getirilmeye başlandı. 2016’da bu kulvarda üretilen ve içerikleri neredeyse aynı olan çok sayıda rapora rastlıyoruz. Hepsinin ortak noktası, basın özgürlüğünü evrensel ölçütlere göre değil ‘güvenlik’ kriterine göre sınırlandırmayı amaçlaması ve muhalif basını ‘teröre hizmet etmek’ ile itham etmesi. Bu teşebbüslerin yoğunlaştığı dönemde çatışmaların artması ile birlikte, haber alma ve medya özgürlüğü üzerindeki baskının gözle görülür bir biçimde arttığını da atlamayalım. İktidarın pozisyonu ile ters düşen her bilgi ve yorum aktarımı, suç kapsamına sokulmaya devam ediyor.”
İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde medya ve siyaset dersleri veren Yrd. Doç. Dr. Zafer Yörük:
“Noam Chomsky’ye ya da yakınlarda yitirdiğimiz Stuart Hall’a sorsaydık, ABD ve İngiltere’de anaakım medya kuruluşlarının kendi devletlerine nasıl suç ortaklığı yaptıklarından söz ederlerdi. Afganistan, Irak, Suriye vb. ülkelerdeki halkların, Daily Telegraph, BBC, CNN, Fox vb. tarafından nasıl ötekileştirilerek uluslararası devlet terörünün hedefi haline getirildiğini anlatırlardı. Ama sanırım bu iki kavramı bir araya getiren siyasal iktidarın kastı, bunun tam tersi.”
Türkiye’de terör ve medya ilişkisi nasıl değişti?
Doç. Dr. Esra Arsan, anaakım medyanın terörle olan ilişkisini şöyle anlatıyor: “1980’lerden beri Türkiye’de anaakım medyanın ‘terörle’ ilişkisi bu çatışmanın tarihsel, sosyal ve kültürel nedenlerine inmek, araştırmak, anlamaya çalışmak, neden-sonuç ilişkileri ekseninde bakmak, çatışan iki tarafa da eşit söz hakkı tanımak şeklinde olmamıştır. Medya olan biteni kolaycılığa kaçarak kutsal devletin söylemi ekseninde, bölünme, parçalanma fobisi ekseninde ele almış ve bu şekilde çatışmaya kaba bir düşman algısı ve milliyetçilikle yaklaşmıştır. Bizde medyanın çözüm odaklı, barış odaklı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye’de medyanın kendisi bizatihi terör eylemlerine hedef olduğu noktalarda bile bu devletçi, basmakalıp bakış açısı değişmez. Devlet hep ‘biz’i temsil eder. Devletle çatışan gruplar ise ‘ötekidir’, ‘düşmandır’. Tabii bu daha çok Kürt hareketi için söz konusu. Günümüz fenomeni islâmî teröre gelince, bu ‘biz’ ve ‘ötekiliğin’ değişim gösterdiğini görüyoruz. Özellikle ‘AKP Türkiyesi’nde aktif olabilen, hükümet yanlısı anaakım medyaya baktığımızda, IŞİD’in eylemlerinin yeterince büyütülmediğini, bazen haber dahi olamadığını, islâmî terörün adeta haklı ve sempatik gösterildiği gözlenmekte. Burada bir ‘islâmî biz’ algısı devreye giriyor ve Müslüman terörist olmaz anlayışıyla bakılıyor olaylara. Böylesi bir değişim var.”
‘İktidar, barış gazeteciliği arayışlarını terör ile yan yana gösteriyor’
Yrd. Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan, Türkiye’de hâkim gazetecilik tipinin ‘savaş gazeteciliği’ olduğunu savunurken şunları söylüyor: “İktidar devletin menfaatine uygun olan savaş gazeteciliğini dayatırken, barış gazeteciliği arayışlarını ‘terör’ ile yan yana gösteriyor. Mağdurun ancak milliyetçi manipülasyona malzeme kılındığı ölçüde kadraja girmesine izin veriliyor. Daha önceleri de neyin terör neyin değil olduğunu resmi makamların yorumuna bakarak adlandıran ana akım bugün de benzer bir geleneği sürdürüyor. Ancak son dönemde iki önemli gelişme daha oldu. Bunlardan ilki, ‘teröre hizmet’ ile itham edilen medya kuruluşu yelpazesi genişledi. İkincisi sosyal medyanın terör ile ilişkilendirilmesinde yaşandı. Bilhassa çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde sosyal medyanın propaganda savaşlarının bir parçası olduğu yadsınamaz bir gerçek. Fakat iktidar sosyal medya üzerinde toptancı yöntemlerle denetim kurmayı tercih ediyor.”
‘Ülkede terörden önce demokratikleşme sorunu var’
Yrd. Doç. Dr. Zafer Yörük, ülkeyi yönetenlerin değişebildiğini ama basın ve medya düşmanlığının giderek arttığını, geçmişte de gazetecilerin terörist olmakla suçlandığını belirtiyor. Yörük, bugün de aynı zihniyetin geçerli olduğunu şöyle anlatıyor: “Bu ülkenin terörden önce demokratikleşme sorunu var. Demokrasinin de en önemli koşulunun kontrol altında olmayan özgür basın olduğunu iyi biliyoruz. Sorunumuz terör ise onun da çaresinin demokrasi olduğunu unutmamalıyız. Mark Neocleous, terör tehdidi üzerinden inşa edilen güvenlikçi devletin özgürlük kavramının baş düşmanı olduğuna işaret etmişti. Günümüzde terör tehdidi söylemine bu kadar çok başvurulmasının sonucu da belli. Ülkemizin özgürlük ve demokrasi karnesi herkesin malumu.
‘Medya ve terör’ başlığı altında tartışılan bir diğer konu da gazetecinin ‘terör’ olaylarını veriş şekli. anaakımından yandaşına ve muhalifine herkes eleştiri ve tepki alabiliyor.
‘Gazetecinin yarışı doğru haber vermek için olmalı’
Gazeteciliğin bazıları için bir yarış olduğunu düşünen Doç. Dr. Esra Arsan, “Kimisi hükümetlere yaranma yarışında sanıyor kendisini, kimi hızlı haber verme yarışında, ama bu yüzden hata yapıyorlar, yanlış bilgilerle haber yapıyorlar. Bence bir gazetecinin yarışı, doğru haber vermek ve kamuyu doğru bilgilendirmek için olmalı. Bırakın diğerlerinden geç olsun, ama yaptığınız haber doğru olsun.”
Arsan, şiddet eylemlerini habere dönüştürürken dikkat edilmesi gerekenleri ise şöyle sıralıyor: “Milliyetçi, grup aidiyetçi önyargılardan sıyrılarak sade ve nötr bir dil tutturabilmek, magazinsel duygu patlamalarından uzak kalabilmek gerekiyor. Olayın mağdurlarını ve yakınlarını bir kez daha mağdur edecek haber dilinden kaçınmak ve sorumluların ceza alması için gerekli haber takibini yapmak. Güvenlik kusurlarını, yasal süreçleri irdeleyip olayın arkasındaki gerçek sorumluların yargılanması ve ceza alması, dolayısıyla kamu vicdanının ve yas içindeki insanların az da olsa rahatlaması için mütemadiyen sorgulayıcı ve doğru haber yapmak…”
G.G.Ö: Yaşanan travmatik hadiseleri belirli bir neden-sonuç ilişkisi içinde aktaran, kamu otoritesinin zaaflarına dikkat çeken medya organlarının yine yandaş medya tarafından hedef gösterilmesi toplumsal açıdan ağır sonuçlar doğuruyor. Linci, saldırıları cesaretlendiriyor. Türkiye’de büyük bir çoğunluk haberleri halen televizyon ve gazete aracılığıyla takip ediyor. Özellikle taşrada internet üzerinden haber takibi büyükşehirler kadar yaygın değil. Televizyondaki ve gazetelerdeki terör haberlerine iktidarın müdahalesi kendi tabanına yönelik bir hamle. Sosyal medya kısıtlamaları ise daha çok internetin yoğun kullanıldığı bölgelerde muhaliflerin haber akışını kesmek için düşünülüp uygulanıyor.
Z.Y: Uyulması gereken etik kurallar var. Bunlara uymamanın bedeli güvenilirlik kaybıdır. Yoksa gazetecileri hedef göstermek ya da hapse atmak gibi yöntemlerle doğru ve ilkeli habere ulaşılabileceğine kimse inanmaz. Sosyal medya, editoryal denetim mekanizmalarından uzak olduğundan genellikle güvenilmez bir haber kaynağı olarak görülüyor. Ama son yıllarda özellikle İnternet haberciliğinde basın etiğine uyan ve özdenetim mekanizmalarını işleten sorumlu ve ilkeli bir anlayışın egemen olmaya başladığını da gözlemliyoruz.
‘Eleştirel gazeteciyi terörist ilân etmek alışkanlık oldu’
Gazetecilerin artık iki ‘suç’u var: Terör propagandası yapmak ve terör örgütüne üye olmak. Yapılan haberler evrensel hukuka göre bir suç teşkil etmiyor. Nasıl bu hale gelindi?
E.A: Türkiye artık yerli-yabancı gazeteciler için doğru ve çok yönlü haber yapmanın giderek güçleştiği bir ülke haline geldi. Bu gazetecilerin yaptığı terör propagandası olmadığı gibi, her demokratik ülkede kolayca yayınlanacak, sıradan haberler. Eleştirel haber yapan her gazeteciyi terörist ilan etmek alışkanlık oldu. Hükümet ‘teröre destek’ söylemiyle yaptığı bu yanlış uygulamaların kamuoyu nezdinde kabul göreceği inancından hareket ediyor. Devlet, düşman, terör algısı kullanışlı bir ikna yöntemi ve hükümet de bunu siyasi söyleminde çok iyi kullanıyor. Ama özellikle 15 Temmuz sonrasında o kadar çok masum insanın canı yandı ki…
‘Resmi beyanata dayalı yayıncılık gazetecileri hedef hâline getirdi’
G.G.Ö: Ağzı o kadar geniş ki bu suçlama torbasının; Necmiye Alpay’dan Nadire Mater’e, Can Dündar’dan, Akın Atalay’a, Mahir Kanaat’ten Deniz Yücel’e her gün yeni isimler atılıyor içine. Çözüm sürecinin bitmesi ve çatışmaların yeniden başlamasıyla devlet eski reflekslerine geri döndü. Çatışma bölgelerinden haber akışını durdurma ve sadece resmi beyanatlara dayalı yayıncılığa izin verme ısrarı aksi yönde davranan gazetecileri hedef hâline getirdi. Devlet aklının resmi görevlilerin işledikleri suçları örtbas etme, ‘devlet sırrı’ kavramını kamunun bilgi alma hakkını yok sayarak genişletme söz konusu. 15 Temmuz’un fiili rejim değişikliğinin mekanizması kılınmasıyla birlikte hak ihlâlleri öncesiyle karşılaştırılamayacak oranda arttı. Gözaltında, cezaevlerinde yapılan kötü muameleden, KHK’lerle yapılan işlemlere kadar birçok uygulama dürüst ve doğru haberciliğin konusudur. Terörü teşvik etmeyen, övmeyen fakat resmî makamların ihmallerini ya da suçlarını ifşa eden yayınların terör propagandasıyla özdeş kılınması muktedirin kendisini cezasızlık zırhı ile donatma isteğinin bir sonucu. Aynı zamanda olmayan bir suçu var gibi göstererek özgür haber yapmak isteyenlere bir mesaj.
Z.Y: Güvenlik söylemi ses kazandıkça siyasal iktidar otoriterleşiyor. Artan otoriterleşmenin ilk semptomu da toplumun haber alma hakkına genel olarak da düşünceyi ifade özgürlüğüne vurulan darbeler olmak durumunda. Propaganda da farklı bir gazetecilik tarzı. Genellikle siyasal angajman ya da siyasal görüş ya da perspektif sahibi olmakla propaganda yapmak birbirine karıştırılır. Tersi de tarafsız habercilik yapmak olarak anlaşılır. Oysa tarafsız olduğunu düşünmek saflık belirtisidir. Ülke olarak kendimizi kıyaslamayı tercih ettiğimiz Avrupa ülkelerinin çoğunda her medya kuruluşunun bir siyasal çizgisi ve buna uygun kendi yayın politikası, kadroları vb. mevcuttur. Bunun bir sakıncası tabii ki olmamalıdır. Önemli olan hangi siyasal perspektiften bakılırsa bakılsın toplumun haber alma hakkını spekülatif manşetler, partizanca propaganda ve yanlış bilgilendirme yoluyla zedelememektir. Günümüz Türkiyesinden söz ediyorsak, habercilikte terör örgütü değil de siyasal iktidar propagandası yapmanın zorunluluk haline geldiğini, bunu yeterince yapmayı beceremeyenlerin işini ve konumunu kaybettiğini gözlemliyoruz.
‘Susanın insâniyetinden de vatanperverliğinden de şüphe duyarım’
Barış bildirisine imza atan akademisyenler de aynı suçlardan ihraç edildi, gözatına alındı, tutuklandı… Hatta geçen günlerde bu yaşananlardan dolayı bunalıma giren bir akademisyen intihar etti. Yeni ‘terör’ algısı akademisyenleri de büyük oranda etkiledi. Bu algı nasıl inşaa edildi?
E.A: Barış için imza atan, içlerinde benim de olduğum akademisyenlerin ne terörle ne de terörizmle bir alâkası vardı. Devletin düşman algısıyla toplu imhâya giriştiği bir noktada akademi susup oturmalı mıdır? Susmak iyi vatandaşlıkmış. Ben bu görüşü savunanların insaniyetinden de, akademisyenliğinden de, vatanperverliğinden de şüphe duyarım. Bu ülkenin okumuş yazmış insanları bu noktada devleti uyarmayacaksa ne zaman ne işe yarayacak, kimin için bilim yapacaklar? Nazi Almanyasındaki “iyi Almanlar” gibi şiddetin kendi kapılarına gelmesini mi bekleyecekler? Burası Türkiye ve içinde ‘T’ geçen suçlamalarla ve iftiralarla, masum insanlara karşı yapılan her yanlış uygulama meşru görülüyor. Yasama, yürütme ve yargıya tek başına hâkim olan iktidarların işi de çok kolay. Haber yapan gazetecinin terörist ilân edilebildiği yerde, devlete “sivilleri öldürmeyi durdurun” diyen akademisyen de kolayca marja itilebiliyor, terörist ilân edilebiliyor. Acı olan, baskıcı devletin haksız yargısı değil, toplumda bu hatalı bakışın yaygın olarak kabul görmesi. Yapmaması gerekeni yapan gazeteci övülürken, devletin sivillere karşı kötü muamelesini görmezden gelen akademisyen iyi akademisyen sayılıyor. Kısacası, üç maymunu oynadığınız sürece makbul vatandaşsınız, aksi halde düşmansınız, teröristsiniz.
G.G.Ö: Düşünce ve ifade hürriyetinin hangi hallerde sınırlandırılabileceği AİHS ve AİHM kararlarında çok net. Şiddete çağrı yapmayan, onu övmeyen her türlü fikir, toplumun genel kabullerine ters düşse dahi ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmelidir. 2013’ten bu yana iktidar kendi siyasi tercihlerine ve uygulamalarına eleştiri getiren her düşünceyi sınırlamaya çalışıyor. Bunu kimi zaman itibarsızlaştırma ve marjinalleştirme gibi yöntemlere başvurarak kimi zaman da işten atma, gözaltı ve tutuklamalarla yapıyor. Terör sözcüğünün sınırlarının keyfi biçimde genişletilmesi hem basın özgürlüğünün hem de düşünce ve ifade hürriyetinin yok edilmesi demek. İktidarın nazarında devlet şiddetinin eleştirilmesi “teröre hizmet etmek” ile eş. Hâlbuki hem teröre karşı olmak hem de devlet şiddetini eleştirmek birbiri ile çelişen değil aksine tutarlı bir pozisyon. Kamu yararı kavramının ancak demokrasi ve özgürlük ile donatıldığında iktidarın tekelinde olmaktan çıkabileceği gerçeği gözardı edilerek medya ve akademi ile ilişki kurulamaz.
Z.Y: Akademisyenler, altı milyon HDP seçmeni, parti başkanları, milletvekilleri, ve en sonunda referandumda evet oyu vermeyecek olanlar da terörist ilan edildi. Böylelikle terör kavramı hafifletiliyor. Oysa teröre en çok bu toplum maruz kalıyor. Eğer o kavramın bir ciddiyeti kalmış olsa, Ankara’da, İstanbul’da, Suruç’ta vb. üst üste yaşanan patlamaların ve katliamların hesabı sorulabilirdi.