Türkçe, kanaatlerden önce olguları seslendirmeye ve kaynak belirtmeye bizi teşvik eden özgün bir yapıya sahip. Eylemi önceleyen, etkenliği seven, cinsiyetçilikten uzak ve insan odaklı doğası da onu gazetecilik ideallerine iyice yaklaştırıyor. Yapboz yaratıcılığı, matematiksel mantığı, ince mizahı ve müziği ise cabası…
Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı’nın ABD’deki merkezinde, bu kurumun yöneticisi James Geary* ile sohbet ederken bu iddiayı şaka yollu ortaya atmıştım.
Ben “Gazetecilik için en uygun dil Türkçe olabilir**” deyince, dillerle yakından ilgilenen ve dilbilgisel konularda çok satan kitaplar da yazan James gülmüş ve bunu açıklamamı istemişti.
Ona Boston’da geçen yıl anlatmaya çalıştıklarımı biraz daha ayrıntılandırıp 26 Eylül Türk Dil Bayramı vesilesiyle bugün Journo’da kayda geçirmek istedim. Buyrun…
1. Kaynak belirtmek dilimize işlemiş
Türkçe’de iki temel geçmiş zaman kipi var: “Görülen” (-di’li geçmiş zaman veya hikâye) ve “anlatılan” (-miş’li geçmiş zaman veya rivâyet).
Bu nedenle dilimiz, kaynağın kim olduğunu fiil çekimiyle açıklamak zorunda bırakıyor bizi.
Bizzat gördüğümüz, yaşadığımız, “bildiğimiz” geçmiş bir olaydan bahsederken hikâye kipini kullanıyoruz.
Kaynak olarak bir başkasını veya başkalarını kullandığımız olaylardan bahsederken ise rivâyet kipini.
Türkiye’de gazeteler “Trafik kazasında beş kişi öldü” gibi başlıklar kullanır. Çünkü gazetenin, bir haberi, kendi kaynağıyla teyit edip okura aktarması beklenir.
Oysa “Trafik kazasında beş kişi ölmüş” denildiğinde, aynı zamanda bu bilgiyi teyit etmediğimizi, bir başkasından aktardığımızı belirtmiş oluruz.
Türkçe haber dilinde -miş’li zamandan -di’li zamana geçiş, TRT ile beraber yaşanmıştır.
İngilizce gazete başlıkları ise bu dilde bir şimdiki zaman havası da veren geniş zaman kipindedir.
İngilizce’de örneğin “US, Turkey agree on Cyprus” (ABD ve Türkiye, Kıbrıs konusunda anlaşmaya varıyor) denilir. Oysa aslında anlaşma zaten yapılmıştır ve Türkçe basındaki başlıklarda aynı olay için geçmiş zaman kullanılır.
Bu tuhaf durum, İngilizce gazeteciliğin aslında etik açıdan da tartışmalı bir geleneğinin sonucu: ABD ve Avrupa’da gazeteler, okura bir “aciliyet hissi” vermek, haberin tazeliğini vurgulamak için geçmiş zaman değil, geniş zaman kullanıyor yüz yıllardır…
Gazeteciliğin temelindeki kaynak gösterme, kaynağı sorgulama ve teyit kavramları, Türkçe’nin DNA’sına işlenmiş gibidir. Cümlede sadece birkaç harfi değiştirerek bunu yapabilirsiniz. Türkçe’yi diğer dillerle kıyaslayanlar, bu yüzden onun “kanıtsallık” (evidentiality) özelliğiyle öne çıktığını vurguluyorlar.
ABD merkezli Fast Company haber sitesinde yayımlanan bir yazıda da “anlatılan geçmiş zaman” kipi kast edilerek şöyle deniliyordu: “Türkçe konuşanlar aldıkları bilginin kaynağını düşünmek zorundadırlar. Kendilerine sürekli ‘Ben bunu nereden biliyorum’ diye sorarlar.”
Elbette sitenin bu ifadesi biraz abartılı. Türkçe konuşanlar olarak kendimize sürekli bir şeyler sorduğumuz yok.
Ancak dilin, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi şekillendiren güçlü mekanikler içerdiği bir gerçek. O yüzden örneğin Türkçe cümle kurarken, verdiğimiz bilginin kaynağına dair bir sorgulamayı bilinçli olmasa da, kuşkusuz beynimizin derinliklerinde, içgüdüsel olarak ve saliseler içinde yapıyoruz.
Bu mekanizmayı yabana atmamak gerek. Şu yazıda bir dilbilimcinin de belirttiği gibi, konuştuğumuz dil, zamanı nasıl deneyimlediğimizi bile değişime uğratıyor.
Örneğin Peru’da konuşulan Aymara dilinde geçmiş, insanın önündeki bir zaman dilimi olarak betimleniyor. Gelecek ise “zamanın ardında” (qhipuru) şeklindeki ismiyle, insanın arkasında duran bir zaman dilimi…
Aynı yazıda, Çince’den İspanyolca’ya birçok dilde zamanın görselleştirilme biçiminin, insanların jest ve mimiklerinden kültürel bakış açılarına dek birçok alana nasıl etki ettiği anlatılıyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkçe’nin kendisine özgü “görülen” ve “anlatılan” zaman ayrımı ile sanki bir gazetecilik dili gibi tasarlandığını söylemek belki o kadar da abartılı değildir.
2. Kısa cümleler akıcılık sağlar ama yapboz gibi uzatabiliriz de
Özellikle Batı dillerinde özne ve yüklemin ardından tümleç gelir. Türkçe’de ise devrik cümle haricinde özne-tümleç-yüklem dizilimi kullanılır.
Özne ve yüklemin arasına bir ögenin girmesi (tümleç) konuşana belirli bir bilişsel yük getiriyor. Çünkü bu yüzden, daha cümleye başlarken, sonunu düşünmüş olmamız gerekiyor.
Mesela bir İngiliz, “Ahmet came…” (Ahmet geldi) dedikten sonra bu ifadenin arkasına dilediği kadar uzun, betimleyici bir tümleç takabilir. Özneyi ve yüklemi söyler, sonrasında ise tümleci kurarken zihni artık bağımsız bir biçimde çalışır.
Türkçe’de ise “Ahmet —beş gün beş gece yürüyüp karlı dağları aştıktan sonra perişan bir hâlde amcasının yayladaki eski köyüne— geldi” cümlesini ele alalım. “Ahmet” ve “geldi” sözcüklerinin arasını, daha baştan, tek bir zihin hamlesiyle doldurmak zorundayız. Aksi hâlde bir dil yanlışı (örneğin anlatım bozukluğu) yapmamız gayet olası.
Bu durum Türkçe’de akıcılığı artırır, çünkü kısa cümleler kurulmasını teşvik eder. Gazetecilikte de kısa cümleler tercih edilir. Çünkü öncelikli amaç, bilgiyi hızlı ve kayıpsız bir şekilde okura aktarabilmek, yani etkin bir iletişim sağlayabilmektir.
Buradan, “Türkçe’de uzun cümleler kurulamaz” anlamı çıkmaz elbette. Aksine, edebiyat gibi, temel güdüsü etkili bir iletişimden ziyade, sanatsal ifade olan farklı bir alana da Türkçe’nin, kendisine özgü yetenek ve esnekliği sayesinde ne kadar uygun düştüğünü görüyoruz.
Harika kurguları bir yana, Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazar olduğunu düşünmesem de, Orhan Pamuk’un “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” kitabında birkaç sayfaya yayılan hatasız bir cümlesini hatırlıyorum mesela…
Bu açıdan Türkçe’yi akıcı yapan bir diğer özellik, İngilizce ve Arapça gibi cümleleri genelde bağlaçlarla değil, fiilimsilerle bağlamasıdır.
Bağlaçlar bağımsız cümleleri bağlamayı kolaylaştırsa da, tekdüzelikten kaçmayı zorlaştırır. Fiilimsileri ise okuru boğmadan art arda dizmek güçtür.
Usta dil işçileri, ister gazeteci ister yazar olsunlar, hünerlerini İngilizce ve Arapça’da olduğu gibi bağlaçlarla değil, Türkçe’de olduğu gibi fiilimsilerle uzun cümle kurarken gösterebilirler.
3. Türkçe’de kanaatler değil, olgular önceliklidir
Türkçe söz dizimi, sözcüklerin yerini değiştirip farklı anlamlar yaratabilmek için tamlamalarla ve hatta bütün cümlelerle yapboz gibi oynayabilmenize imkân tanır.
Birçok dilde böylesine işlevsel bir esneklik söz konusu değil. Mesela İngilizce tamlamalarda sıfatların türüne göre dizim, kesin olarak bellidir. Şöyle: Kanaat-boyut-yaş-şekil-renk-köken-malzeme-amaç
Bu sıralamaya göre sıfatları dizip sonrasında ismi koyarak İngilizce bir sıfat tamlaması yaratırsınız. Şu sayfadaki örnek üstünden aktaralım:
A lovely (sevimli) little (küçük) old (eski) rectangular (dikdörtgen) green (yeşil) French (Fransız) silver (gümüş) whittling (yontma) knife (bıçağı)
Bu dizimde tek bir sözcüğün bile yerini değiştirirseniz bozuk bir İngilizce ortaya çıkar. Bu yüzden İngilizce konuşurken/yazarken kanaatinizi, olguların önüne koymak zorunda kalırsınız. Bu örnekte en azından “lovely” (sevimli) sözcüğünün nesnel bir olguyu değil, öznel bir kanaati seslendirdiğine şüphe yok.
Türkçe’de ise bu konuda daha esnek bir kullanım olmakla birlikte, genelde olgular, kanaatlerden önce seslendirilir. Örneğin “beş güzel minare” ifadesi kulağa daha hoş gelir. “Güzel beş minare” ise yanlış olmamakla birlikte, biraz kulak tırmalar.
Türkçe’de, İngilizce’deki gibi bu tür ezbere veya derin bir “içselleştirme” gereken kurallar daha azdır, istisnalar ise nadirdir. Tamlamalar; yardımcı ögeler başta, asıl öge ise en sonda söylendiği sürece farklı şekillerde kurulabilir.
Bunun ötesinde, devrik olanları da dikkate aldığımızda, cümlelerin tamamı için bu esneklik, istenen sözcüğü yükleme yaklaştırarak farklı vurgu ve anlamlar yaratmakta kullanılır. Bu imkân, haber dilinde bize önemli bir katma değer sunar. Örneğin:
- Ali dün topu ağaca attı. (Ali’nin dün topu attığı yer, başka bir yer değil, ağaçtır.)
- Ali topu ağaca dün attı. (Ali topu ağaca bugün veya başka bir gün değil, dün attı.)
- Ali ağaca dün topu attı. (Ali’nin dün ağaca attığı başka bir şey değil, toptur.)
- Dün topu ağaca Ali attı. (Dün topu ağaca atan bir başkası değil, Ali’dir.)
- Not: Devrik cümleleri de katarsak, ince anlam farklarına sahip daha birçok kombinasyon elde edebiliriz.
4. Türkçe ‘eylemci’ ve etken bir dildir
Türkçe’de yüklemi sona atan söz diziminin getirdiği ayırt edici özelliklerden biri, eylemi ön plana çıkarmasıdır.
Diğer dillerde genelde tümlecin sonda yer alması, o dili konuşanların nesne üzerinde daha çok kafa yormasına neden olur.
Oysa Türkçe konuşanlar, nesneyi, “özne ve yüklem arasında hızlıca geçilmesi gereken bir unsur” olarak zihinlerinde konumlandırır.
Belki de bu yüzden Türkçe’de “betimleyici” (constatives) sözcük sayısı, birçok dilden daha az. Ama diğer birçok dile kıyasla çok daha fazla “icracı” (performative) sözcüğümüz var.
Yüklem olarak bunlarla 40’tan fazla çekim yapabilme imkânı bir yana, uzmanlar dilimizdeki “eylem bolluğunu” da vurguluyor.
Bu noktada aklıma, daha önce bir yazımda bahsettiğim Macar arkadaşımın Bizantolog bir tanıdığından aktardığı o söz geldi: “Türkler hareketi örgütlemekte muhteşemdirler, ama yerleşimi örgütlemekte berbattırlar.”
Dilde eylem, hareketle ilgilidir. Nesne ise yerleşimle ilgilidir.
Belki de bu yüzden Türkiye’de orta öğretimde öğrenciler Türkçe dersinde betimlemelerle dolu edebi metinlere gelince zorlanıyor. Sayısal derslerde de “betimsel istatistik” gibi konular öğrencileri daha çok zorlar.
Çünkü bu konular daha çok nesnelerle ve yerleşimle ilgilidir. Büyük veri öbeklerinden işe yarar küçük bilgi parçacıkları çıkarmakta zorlanırız. Konuştuğumuz dilin yapısının da etkisiyle zihnimizin pek alışkın olmadığı bir şeydir bu.
Belki Türkiye’de iyi veri gazeteciliği örneklerinin hâlâ çok az sayıda olması, ayrıca bunlara ilginin görece düşük kalmasının bir nedeni de budur. Ama eyleme ve harekete dair içeriklerin, mesela son dakika haberlerinin hem üretim, hem tüketiminde dünya ile yarışırız.
Türkçe’nin eylemdeki gücü, Arapça ve Farsça gibi iki köklü dil ile melezleşerek oluşturduğu Osmanlıca yazını bile aslında boyunduruk altına almıştır.
Baki ve Nedim gibi klasik Osmanlı şiirinin iki büyük yaratıcısına bakın. Cümlenin diğer ögelerini genelde Arapça ve Farsça’dan aldıklarını, ama yükleme gelince Türkçe’den şaşmadıklarını göreceksiniz. Çünkü Türkçe, yerinde durmazlığın ve eylemin dilidir; Arapça ve Farsça ise oturmuşluğun ve yerleşimin…
Eylem odaklılık, etkenliği de vurgular ve bu hafızalarımızı bile etkiler. Bu konuda da diller arasında farklar var.
Mesela bir araştırmada insanlara bir dizi video gösterilmiş. Videolarda balonlar patlatılıyor, yumurtalar kırılıyor, içkiler dökülüyormuş. Bunların kimi kasti eylemlerin sonucuymuş, kimiyse kaza…
Sonuçta anadili İspanyolca ve Japonca olanların, İngilizce olanlara kıyasla, kaza sonucu oluşan eylemlerin faillerini hatırlamakta daha çok zorlandığı görülmüş.
Çünkü bu diller arasında şöyle bir ayrım var: İngilizce’de söz konusu bir kaza da olsa “X kişisi vazoyu kırdı” denilir. İspanyolca ve Japonca’da ise eğer bu kasti bir eylemse “X kişisi vazoyu kırdı” denilirken, bu bir kazaysa özne gizlenip “Vazo kırıldı” ifadesi kullanılır. Araştırmaya göre dildeki bu yapı, hafızayı da etkiliyor.
Bu araştırmada Türkçe incelenmese de, dilimizde edilgen çatılı yüklemlerin de kullanıldığını, ama esas olanın etkenlik olduğunu biliyoruz.
Bu da gazeteciliğin ideal diliyle örtüşüyor: Habercilikte olabildiğince kaçınılması gereken “bildirildi” gibi ifadeler, aslında Türkçe’ye de yabancıdır. Hem Türkçe’nin, hem de gazeteciliğin en doğal akışı, dolaysız/doğrudan bir anlatımla sağlanır.
5. Türkçe insan odaklıdır, cinsiyet ayrımcılığı yapmaz
Gazeteciliğin temel ilkelerinden biri, insaniliktir. Türkçe de gazetecilik gibi insan odaklıdır. Bunu hem yüklemlerde, hem de adlarda görüyoruz.
İlki için Türkçe kitaplarında bahsedilen kurala bakalım:
“Öznenin insan ya da başka varlıklar olması da yüklemin tekil veya çoğulluğunu etkiler. Eğer özne bitkiler, hayvanlar, cansız varlıklar ya da soyut kavramlarsa, yüklem daima tekil olur. İnsanlar çoğul özne olduğunda ise yüklem tekil veya çoğul olabilir.”
“Baltalar bir köşede duruyorlar” cümlesi -çoğu zaman- yanlıştır, doğrusu “Baltalar bir köşede duruyor” şeklinde olmalıdır.
Öte yandan ister “Çocuklar bahçede oynuyor” deriz, isterse “Çocuklar bahçede oynuyorlar” deriz; ikisi de doğrudur.
Asıl ilginci, Türkçe’de, yükleme gelen çoğul ekiyle insanlar ve cansız varlıklar arasında ince anlam oyunları yapılabilmesinin mümkün olmasıdır. Feyza Hepçilingirler’in “Off Türkçe” kitabında bu konuda şu örnek veriliyor:
“Bu ek, insan için o kadar kullanılır ki masallarda, fabllerde hayvanlara ya da insan dışı varlıklara insan kişiliği kazandırılmak istendiğinde çoğu kez yüklemi çoğul yapmak yeter. ‘Kuşlar, ağacın üst dalına kondu’ derseniz yalnızca kuşlardan söz ediyorsunuzdur; ama ‘Kuşlar, ağacın üst dalında toplandılar’ derseniz, az sonra bu kuşların birtakım kararlar alacakları, konuşacakları, tartışacakları beklentisi başlar. Kısaca kuşları insanlaştırmış olursunuz.”
Bir de “dilbilgisel cinsiyet” denen mesele var… Dünyadaki çoğu dilde kadın erkek ayrımı bulunur. Adlar eril ve dişil diye ikiye ayrılır, buna göre muamele görürler. Arapça’dan Fransızca ve İspanyolca’ya onlarca dilde durum böyle.
İsveççe gibi üç cinsiyetli (eril, dişil ve ve nötr) diller olduğu gibi, daha fazlasına sahip olanlar da var. Örneğin Afrika’da yaygın Svahili dilinde bu bağlamda 18 farklı isim sınıfı bulunuyor.
Bu dillerden bazılarında bir sözcüğün cinsiyeti, sadece yanındaki sözcüğü etkiliyor. Sevgili eşim sayesinde biraz bildiğim Rusça gibi dillerde ise tüm cümle etkilenebiliyor.
Mesela Rusça “moy stul bıl starıy” (sandalyem eskiydi) cümlesindeki diğer tüm sözcüklerin şeklini, “stul” (sandalye) sözcüğünün eril olması belirliyor.
Ama sandalye yerine “yatak” (krovat) sözcüğü için aynı cümleyi kursanız, bu sözcük dişi olduğundan, diğer tüm sözcükleri farklı bir çekimle yazmak zorundasınız (Tam olarak şöyle: “Moya krovat bıla staroy.“).
Türkçe’nin de içinde bulunduğu Ural-Altay’ın yanı sıra, bazı Uzakdoğu, Okyanusya ve Amerikan yerlisi dillerinde dilbilgisel cinsiyet söz konusu değil.
Bu durum öncelikle o dili öğrenmeyi kolaylaştırıyor. Ama bunun da ötesinde, kültürlerin zihniyet yapılarını, dünya algılarını ve davranış kalıplarını etkiliyor.
2002 yılında yapılan bilimsel bir araştırmada da bu kanıtlanmış. Uzmanlar, İspanyolca ve Almanca konuşan deneklere 24 adet nesne göstermişler. Bu iki dilde farklı nesneler için farklı cinsiyet ekleri var. Örneğin “anahtar” sözcüğü Almanca’da eril, İspanyolca’da ise dişil.
Deneklerden, kendilerine gösterilen bu nesneleri üç adet sıfat kullanarak betimlemeleri istenmiş.
- Almanlar anahtar sözcüğü için “sert, ağır, sivri, metal, kullanışlı” gibi sıfatlar kullanmış.
- İspanyollar ise “altın, minik, sevimli” gibi sıfatlar seçmişler.
Sözcüklere yakıştırılan sıfatların, o deneğin anadilinde o sözcüğün eril veya dişil olmasıyla bağıntılı olduğu saptanmış.
Bu sonucu, bireyin düşünce kalıplarının anadilden etkilendiği teziyle değerlendirelim: Çevresindeki her şeye eril veya dişil sınıflandırmasıyla bakan bir kişinin, cinsiyet ayrımcılığına daha müsait bir zihne sahip olduğu öne sürülebilir.
Siyasal ve toplumsal düzenin bu ayrımcılığı teşvik etmesi veya onu ortadan kaldıracak adımlar atması başka bir mesele.
Bizim bugünlerde cinsiyet eşitliği konusunda çağdaş uygarlığın gerisinde kaldığımıza bakmayın. Türkçe -Arapça ve Farsça etkisini bir kenara bırakırsak- hâlâ yakın coğrafyamızın en “eşitlikçi” dilidir. Çünkü doğanın dayattığı şartlar nedeniyle mecburen eşitlikçi olan bir bozkır toplumu yaratmıştır bu dili.
Şu çalışmada ayrıntılandırıldığı gibi, aynı dönemde Mezopotamya ve Roma hukukunda kadının miras hakkı dahi yokken, Orta Asya Türk toplumlarında miras ve boşanma hakkının da ötesinde kadın tek başına malikâne sahibi bile olabilir. Erkekten bağımsız bir şekilde kendi ayakları üzerinde dururken hem korkusuzluğu, hem bilgeliği temsil eden “Alp kadın tipi” onun idealidir.
Bugün Türkçe’ye dilbilgisel cinsiyeti yabancı kökenli “memure,” “müdüre” ve “şaire” gibi sözcüklerle sokmaya çalışanlara bakın; birçoğunun aslında bu “Alp kadın” ile ideolojik bir derdinin olduğunu göreceksiniz.
Türkçe’nin doğasında olmayan cinsiyet ayrımcılığını, gündelik siyasetin ve toplumsal yapının değişmez parçası kılanların çoğu da işte bu kesimdendir.
“Sahip olmak” anlamına gelen öz Türkçe bir sözcük yok (“sahip” sözcüğü Arapça kaynaklı). İngilizce’de “have/has got” bu işlevi görüyor.
Biz bunun yerine, Türkçe’nin genel yapısının aksine edilgen bir ifade kullanıyor ve “vardır / bulunur” gibi sözcükleri seçiyoruz.
Örneğin Hepçilingirler’in dikkatini, bir dükkandaki “Telefon kartı bulunur” yazısı ve altında İngilizce “We have telephone cards” çevirisi çekmiş. Şöyle diyor yazar: “İşte dilin çizdiği dünyadaki fark: İngilizler sahip olur, bizde ise ‘vardır,’ ‘bulunur.’ Sahip olmayı bilemeyişimizle mi açıklamalı bu durumu, sahip olma hakkımızın pek de verilmemiş olmasıyla mı?”
Bana kalırsa cevap ikisi de değil. Muhtemelen burada da, Orta Asya’daki eski dini (Göktanrıcılık, şamanizm vb.) ve toplumsal düzenle şekillenen kadim kültürel zihniyetin izleri var.
6. Yaratıcılık, mizah ve Türkçe’nin müziği
Türkçe’nin belki de en büyük gücü, yaratma yeteneğinden kaynaklanıyor. Yeni kavramlar türetmek, var olan sözcüklerle yapboz gibi oynayıp farklı anlamlar elde etmek bu yeteneğin bir parçası.
Sık verilen bir örnektir: Malum, “yaş” sözü Eski Türkçe’den beri ıslak, taze, körpe gibi anlamlara da sahip. Önce “yaşıl” ve sonra ‘yeşil’i türetmiş.
Buradan da diğer renk adlarıyla olduğu gibi, “yemyeşil” sözcüğüne geçip daha koyu bir ton anlamı verebiliyoruz. Daha da ileri gidip, “yemyeşilimtrak” bile diyebilir ve “tam anlamıyla yeşil olmaya çok yakın bir rengi” kast edebiliriz.
Bu ön eklerin ve son eklerin işlevi zihnimize öyle işlemiştir ki, bu sözcükleri işittiğimizde gözümüzün önüne bir renk yelpazesi içindeki yerleri gelebilir. Bu yüzden Türkçe’nin, bir duyunun diğer duyuları etkilendiği ‘sinestezi’ye en çok olanak sağlayan dillerden biri olduğu söylenebilir.
Bu uyum ve yaratıcılığın içinde, ortak aklın ürettiği görsel mizahı da unutmamalı. Örneğin “sinekkaydı” sözcüğündeki eyleme dayalı o imgeleme, o eğretileme ne şahanedir.
Ya “kaktüs” sözcüğünün Türkçesi? Eğer bu bitki yassı ise Manisa’dan Gaziantep ve Trabzon’a dek Anadolu’nun hemen hemen tamamında ona “kaynanadili” derler. Yuvarlak ise adı “kaynanayumruğu” olur. (Prof.Dr. Doğan Aksan’ın “Türkçe’nin Zenginlikleri ve İncelikleri” kitabında bu konuda daha onlarca güzel örnek var)
Bu yapboz gibi dilbilgisel yapının normalde takır tukur, kuru bir ses düzeni ortaya çıkarması beklenirdi ama öyle olmamış. Hatta birçok yabancı, Türkçe’nin bir “müziği” olduğunu söyler. Büyük ve küçük ünlü uyumu, ikilemeler ve ulama gibi özgün özelliklerin bir sonucu olsa gerek bu…
Bir numaralı maddede bahsettiğimiz kısa cümleleri, onlarca farklı şekilde birbirine bağlayabilme imkânı da bu müziği bir senfoniye dönüştürebilmeyi sağlıyor. Türkçe’de harflerin dil, dudak, damak dağılımının neredeyse eşit olmasının yarattığı denge ise telaffuzu pürüzsüz kılıyor.
Son bir eğretileme ile bitireyim:
Görkemli bir piyano gibidir Türkçe. Kuşkusuz çalmayı bilmiyorsanız onunla gürültü de yapabilirsiniz.
Ancak Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Refik Halid Karay ve daha onlarcası gibi usta “dil piyanistlerinin” elinde gerçek değerini bulur o.
Böylesine güzel bir müziği seslendirebilen piyanonun kapağını kaldırıp içine bakarsanız, aslında bir mühendislik harikası olduğunu görürsünüz. Matematik ve mantık biliminden anlayanların takdir edeceği bir düzen vardır orada.
Birçok aydın Türkçe’ye ihanet etti ama halk yüzyıllardır sahip çıktı
Yüzyıllar boyunca, milyonların konuşa konuşa geliştirdiği bu dil, “seçkinlerin” değil, sıradan insanların ortak bir yapıtıdır.
Yazarlar ve gazeteciler de dâhil o seçkinler, tarihin büyük bir bölümünde Türkçe’ye katkı sağlamak bir yana, genelde ona zarar vermişler.
Örneğin İngilizce’nin sözcük zenginliğine baktığımızda, bu dilin başka onlarca dilden alıp kendisine kattıklarının yanı sıra, seçkinlerin doğrudan katkısını da görürüz. Sadece William Shakespeare, yaklaşık 1.700 özgün sözcük yaratıp İngilizce’ye kazandırmış. (Lonely, unreal ve critic gibi yüzlerce sözcük, “fair play” ve “laughing stock” gibi onca yaygın deyimi icat eden odur).
Bizde ise aydınlar, özellikle Selçuklu ve ardından Osmanlı dönemlerinde Türkçe’ye yarardan çok zarar vermiş. Şahsen ancak yabancı bir klasiği okur gibi okumaktan zevk aldığım Divan Edebiyatı’na bakınca böyle düşünüyorum.
Neyse ki aynı dönemde halk Türkçe’yi yaşatmış. Mesela 13. yüzyıla bakın; halkın Türkçesi ile konuşan Yunus Emre’yi bugün de anlarsınız. Ama “aydın” Mevlana’nın Farsça dizeleri öyle gereksizcesine ağdalıdır ki Türkçe çevirisini bile zor kavrarsınız.
Seçkinlerin Türkçe’ye katkısı açısından 19. yüzyıl sonundan bugüne uzanan bir parantez açmak gerekir. Özellikle 20. yüzyılda çok sayıda aydının kişisel çabalarıyla bulunup yerleşen Türkçe sözcükler bol.
Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün geometrideki Türkçeleştirme çabası olmasa, “yöndeş açılar” yerine, anadilimizin şekillendirdiği zihnimize her yönüyle yabancı olan “zâviyetân-ı mütevâfıkatân” gibi bir sözü kullanmaya devam edecektik.
Ya da Aydın Köksal olmasa, belki bugün hâlâ “kompüter” diyecek ve TDK “bilgisayar” gibi bir karşılık önerdiğinde bununla dalga geçecektik, çünkü iş işten geçmiş olacaktı. Felsefe başta olmak üzere daha birçok alanda Türkçe’ye yeni sözcükler kazandıran nice insanı da hayırla yâd ediyoruz.
Sonuçta her dilin kendine özgü güzellikleri, güçlü ve zayıf yanları var. Bir dil, tek bir sözcük için bile sevilebilir.
Bir çırpıda aklıma gelenler, “zeitgeist” ve “zugzwang” gibi bileşik sözcükler yaratan Almanca… Dostoyevski’nin pek sık kullandığı “nadrıv” kavramı için Rusça… “Sisu” için Fince…
Türkçe, matematik için en uygun dillerden olsa ne fayda
Bir dilin güçlü ve güzel yönleri olması, onu konuşanların yaygın olarak bunlardan yararlandığı anlamına gelmiyor.
Wall Street Journal’da 2014’te yayımlanan şu haberde Türkçe, matematik için en uygun diller arasında sayılıyordu.
Çünkü örneğin İngilizce’de 11 sayısı “eleven” diye apayrı bir sözcükle yazılırken, Türkçe dâhil birçok Asya kökenli dilde 10 ve 1’in birleşimi olarak söylenip yazılıyor (on bir).
Böylece dil, toplama işlemini kendiliğinden zihne yerleştiriyor. Sahiden de bugün Çinliler, Japonlar ve Koreliler, matematik sınavlarında Batılılardan daha başarılı. Peki ya biz?
Dilin gazetecilikteki kullanımı için de benzer bir durum geçerli. Türkçe sahiden “gazetecilik için en uygun dil” midir; tüm dilleri bilmediğime göre bir şey söyleyemem.
Ama bugün Türkiye’de gazetecilikte kullanılan dile baktığımızda, ne yazık ki Türkçe’nin o güçlü yönlerini pek sık göremiyoruz.
Çoğu haberde kaynak belirtilmiyor, uzun ve anlatım bozukluklarıyla dolu cümleler kuruluyor, olgular değil kanaatler vurgulanıyor, “bildirildi” gibi edilgen sözcüklerden geçilmiyor.
Yaşar Kemal’in röportajları gibi insan odaklı, cinsiyetçilikten uzak, yaratıcı ve müzik gibi akıp giden gazetecilik yapıtlarını yaygınlaştırmak ise yeni kuşak gazetecilere düşüyor.
* : Geçmişte TIME dergisinin Avrupa baskısını da yönetmiş saygın bir gazeteci olan James Geary, aynı zamanda dünya dilleriyle yakından ilgilenen bir yazar. Bu konuda bazıları New York Times çok satanlar listesine girmiş kitapları var. Özellikle “I is an Other” (Ben, Ötekidir) adlı kitabında “Belt Tightening Lies Ahead” şeklindeki bir gazete başlığını irdelediği bölümü tavsiye ederim. Geary’nin, eğretileme (metafor) kavramı üzerine güzel bir konuşmasını Türkçe altyazısıyla şurada izleyebilirsiniz.
** : Dille ilgili bazı konularda TDK’ye katılmasam da, onların açıkladığı (ve zamanla değişen) yazım kurallarını uyguluyorum. Bazı istisnalar hariç. Bu yazıda da öyle oldu. TDK, yapım eklerinden sonra gelen çekim eklerinin -örneğin dil adlarında- kesmeyle ayrılmaması gerektiğini vurguluyor. Bense “Türkçe’de” diye yazmanın, “Türkçede” diye yazmaktan hem daha tutarlı olduğunu, hem de “daha doğru göründüğünü” düşündüğümden bu konuda TDK’ye uymuyorum.