İngiliz gazeteci Tim Dawson, 27-30 Kasım tarihleri arasında Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ), Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) Avrupa Birliği’nin destekleriyle gerçekleşen projesi kapsamında Türkiye’de gazetecilerin yargılandığı duruşmaları izledi. “Gazetecilik suç değildir” sloganıyla yapılan uluslararası konferansa da katılan Dawson, izlenimlerini Journo için yazdı.
İstanbul’daki ağır ceza mahkemesine bugün getirilen sanıklar arasında belki de en çarpıcısı Eren Keskin’di. Baştan aşağı siyah giyinmişti, başındaki topuz ve makyajıyla kendisini diğerlerinden ayıran bir rock n’ roll görünümü vardı.
O ve diğer iki sanık cumhurbaşkanına hakaretle suçlandıkları davada yedi buçuk yıl hapisle yargılanıyorlar. Suçlamalar Kürt haklarını savunan Özgür Gündem gazetesinde “günün genel yayın yönetmeni” olarak birer gün geçirmelerine dayanıyor. Ancak Türkiye’nin yargı sistemi savcının kararına bağlı olarak dava sürecinin yıllarca uzamasına izin veriyor.
Bu duruşmanın kaydadeğer olması bekleniyordu ve ben de sanıkların aileleri, dostları ve destekçileriyle beraber uluslararası gözlemci heyetinin bir parçası olarak mahkeme salonundaki yerimi aldım.
Yargıçlar yerlerine geçip duruşmayı başlattı. Sanık avukatları söz alacaklardı ki bir mahkeme yetkilisi duyurdu: “Bu duruşmanın görülmesi için başsavcının burada olması gerekir. Fakat kendisi bugün izinli.”
Baş yargıç sanıkları ifade vermeye davet etti. Keskin sanık kürsüsüne kararlı bir şekilde geldi. “Türkiye’de insan hakları için 30 yılı aşkın bir süredir mücadele veriyorum” dedi, parmağını yargıçlara doğru uzatıp öfkesini zorlukla kontrol ederek. “Bu suçlamalar üç yılı aşkın süredir kafamızın üstünde Damokles Kılıcı gibi asılı duruyor. Adli bir zorbalık olan bu durumdan sorumlusunuz. Bu davanın sonuçlandırılması için bize belirli bir tarih verilmesini talep ediyorum.”
Kasvetli, 10 katlı bir tür adli fabrikayı andıran Çağlayan’daki adalet sarayında bugün görülen, gazeteci ve ifade özgürlüğü savunucularının yargılandığı çok sayıdaki davadan biriydi bu… Bazı duruşmalar başlayıp uluslararası gözlemcilerin yetişemeyeceği kadar hızlı bir şekilde ileri bir tarihe erteleniyordu. Diğer mahkemeler de “devlet kurumlarına hakaret” gibi muğlak suçlamaları, inanılmaz derecede karmaşık ayrıntıları inceliyordu.
Kadri Gürsel Türkiye’nin en saygın gazetecilerinden biri. “Kürt teröristlere yardım ettiği” iddiasıyla 2016’da 11 ay boyunca hapiste tutuldu. İronik olarak kendisi 1990’larda aynı grup tarafından kaçırılıp rehin alınmıştı.
Gürsel bana devletin son yargı reformu programının yabancı hükûmetleri etkilemeyi amaçlayan bir halkla ilişkiler çabası olduğunu söyledi. “Yargı özgür medyayı susturmak için kullanılıyor. Hükûmet yargının bağımsızlığının altını oydu ve şimdi onu ifade özgürlüğünün altını oymak için kullanıyor.”
Gürsel, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) yönetim kurulu üyesi. IPI geçtiğimiz günlerde Türkiye’de basın özgürlüğünün durumuna dair bir rapor yayımlayarak gazeteciliğe saldırıların kataloğunu çıkardı. Rapor, hapisteki gazetecilerin sayısı son bir yılda 150’lerden 120’lere düşse de durumun hâlâ kasvetli olduğunu, ifade özgürlüğünün altını oymak için yeni silahlar yaratıldığını ortaya koyuyor.
Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisindeki diğer siyasetçilerin kontrolü altında olan Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun atamalarıyla hakimler sürekli değişiyor. Medya grupları da el değiştiriyor ve geçmişte saygı duyulan platformlar artık iktidar partisinin sempatizanları tarafından kontrol ediliyor. Türkiye’nin radyo ve televizyon denetçisi RTÜK de internetteki içeriği denetlemesini sağlayan yeni yetkilere kavuşuyor. Bu arada onlarca gazete kapanıyor, yüzlerce muhalif Twitter hesabına erişim engelleniyor.
Türkiye’de gazetecilerin karşı karşıya olduğu sorunlar uluslararası ifade özgürlüğü savunucularının uzun süredir gündeminde. Mesela IFJ’nin eski başkanı olan Philippe Leruth’un Türkiye konusunda derin bir deneyimi var. Leruth İstanbul’da AB desteğiyle yapılan EFJ projesi kapsamındaki konferansta, “Türkiye’ye 16 yıl önce ilk kez basın özgürlüğü ihlâllerini protesto için gelmiştim. Bugün hâlâ gazeteciliği kriminalize ediyorlar” dedi.
Banu Tuna birkaç hafta öncesine kadar Türkiye’nin en büyük gazetesi olan Hürriyet’in editörüydü. 44 meslektaşıyla beraber, 20 yıldır çalıştığı gazeteden neden gösterilmeksizin kovuldu. İşten çıkarılanların tamamı, Hürriyet’te toplu sözleşme için çoğunluğu elde etmek üzere olan TGS’nin üyesiydi.
Tuna’nın deneyimi Türkiye’de gazetecilerin karşı karşıya olduğu baskıya dair bir içgörü sunuyor. Kendisi bana, “Hayatta kalmak için karmaşık bir otosansür sistemi geliştiriyoruz” dedi. “Gazete sahiplerinin ve arkadaşlarının diğer alanlardaki şirketlerinin çıkarları olabilecek alanlarda eleştirel haber yapmamıza izin verilmiyordu. En garantisi hiçbir konuda eleştirel haber yapmamaktı, çünkü nerede çıkarları olduğunu bilemezdiniz.”
Tuna benzer hikâyelere sahip onlarca gazeteciden biri. En azından Türkiye’de basın özgürlüğünün zor durumu uluslararası alanda tanınıyor. Aday ülke Türkiye’de kalıcı bir AB delegasyonu var. Sivil toplum reformu için projeleri destekleyen delegasyonun bölüm başkanı Alexander Fricke, gazeteciliği “demokrasinin oksijeni” diye niteliyor. “Hapiste bu kadar gazeteci bulunması ve bir o kadarına adli bir taciz uygulanması Türkiye’de demokrasi adına iyi değil. Bu yüzden AB fonları burada ifade özgürlüğünü teşvik etmeye adanmış durumda.”
Bu arka plana bakılırsa hâlâ gazeteci olmak isteyen çok sayıda genç insan olması şaşırtıcı. Neyse ki varlar ve TGS onlara gazetecilik için gerekli becerileri kazandırmak amacıyla bir akademi açtı.
TGS Akademi Direktörü Orhan Şener, yeni kuşak medya çalışanlarına teknoloji ustalığı kazandırmakta kararlı. “Buraya gelen 16-25 yaş arası gençlerin çoğu hiç gazete okumamış. Onlara bir tuşa dokunuşla, telefonlarda tüketibilecek türden haberlerin nasıl hazırlandığını öğretiyoruz” diyor.
En az üç yıl boyunca AB’nin desteğiyle finanse edilen modern bir ofiste bulunan akademi, TGS’nin genç liderliğine desteğin artmasını sağlayan birçok faktörden biri. En önemlisi, TGS son üç yıl içinde toplu sözleşme yapılan medya kuruluşu sayısını neredeyse ikiye katladı.
TGS Genel Sekreteri Mustafa Kuleli bu durumu Türkiye’de medyanın geniş kapsamlı yenilenişinin bir parçası olarak görüyor. “Medyanın krizi Erdoğan’ın ifade özgürlüğüne yönelik saldırılarından daha derin bir durum. Sahiplerinin tutumu gazeteleri maddi kaynaklardan yoksun bırakıyor, tirajlarını düşürüyor. Bu sahiplere devlet ihaleleri verilerek medyadaki zararları telafi ediliyor. Sadece haber bulan değil, tüm medya endüstrisinde bir rönesansa liderlik edecek gazetecilere ihtiyacımız var.”
Kuleli bir iyimser. Kendisini 2013’teki Gezi Parkı protestolarıyla büyüyen bir kuşağın üyesi olarak görüyor. 1968’de Paris’teki protestocular gibi, Gezi’nin görünürde başarılı olmadığını, ama fikirlerinin önümümüzdeki on yıllarda zafere ulaşacağını söylüyor.
İyimserlik her zaman çekici olsa da, bir sihirli değnek değil. Bugünkü baskı Türkiye’de birçok yazar, editör ve fotoğrafçı için fazlasıyla gerçek. Türkiye’deki gazeteci davalarını izleyen EFJ Başkan Yardımcısı Marta Barcinilla Escaño’ya göre yabancı gazetecilerin meslektaşlarına yardım etmek için atabilecekleri en önemli adım, kendi hükûmetlerine baskıyı artırmak. “Erdoğan yabancı hükûmetlerden gelen baskıya, kozmetik de olsa bir cevap veriyor. Mesele bu konuyu hangi ülkede olursa olsun parlamenterlerimizin ve bakanlarımızın zihninde tutabilmek.”