Öncelikle temel bir soruyla başlamak istiyorum: Psikolojik travma ve travma sonrası stres bozukluğu nedir?
Travmatik yaşantı, bir insanın hayatını, bedensel ya da psikolojik bütünlüğünü tehdit eden bir olaya maruz kalmasıdır. Bu maruz kalma çeşitli şekillerde olabilir. Kişinin kendisi travma mağduru olabileceği gibi, bir yakınının başına geldiğini öğrenmesi ya da travmatik olaya şahitlik etmesi de buna yol açabilir. Yani travmatize olmak için doğrudan mağdur olmaya gerek yok. Olaya şahit olmak da insanı psikolojik açıdan travmatize edebilir.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) travmatik olayların ardından ortaya çıkan klinik tablolardan biri. TSSB dört farklı grupta toplanabilecek bulgular yaratır. Bunlardan birincisi istemsiz tekrarlardır. Olay istemeden tekrar tekrar akla gelir ya da rüyalara girer. İkinci grupta kaçınma belirtileri yer alır. Travmatize olan kişi travmayı hatırlatan her şeyden kaçınmaya çalışır. Kaçınamadığı durumda da sıkıntı duyar. Üçüncü grup dikkat, konsantrasyon, hafıza gibi işlevlerde ve ruh halinde negatif değişimlerdir. Kişi daha zor konsantre olur, genel hâline göre mutluluk ya da sevinci daha az hisseder, içe kapanır. Son grup bulgular arasında ise, aşırı uyarılma ve tetikte olma haline ilişkin semptomlar yer alır. Bunlar, travma sonrasında sürekli bir tetikte olma hâli, uykularda bozulma gibi bulgulardır. TSSB tanısı koymak için bu semptomların hepsinin olması gerekmez. Kişiden kişiye ön plana çıkan semptomlar değişebilir. TSSB, -travmaya maruz kalan her 5 kişiden birinde görülüyor olsa da- travma sonrası ortaya çıkan tek psikolojik durum değildir. Depresyon ve kaygı bozuklukları başta olmak üzere diğer psikiyatrik bozukluklar da ortaya çıkabilir.
‘Birincil travma sonrasında kişi yaşadığı olayı kafasından atamazken, ikincil travmada bir mağdurdan dinlediği hikâye tekrar tekrar aklına gelir’
Bir de ikincil travma var…
İkincil travma dediğimiz durum Travma Sonrası Stres Bozukluğu ile çok benzer bir durum. Sadece travmaya direkt maruziyet olmadığı için TSSB tanısı koyulamıyor. Örneğin, yukarıda belirttiğim gibi travmatik olayla yüz yüze gelmediğiniz halde mağdurların hikâyelerini dinlemek sizi ikincil travmaya maruz bırakır. Burada önemli ayrım noktası maruz kalan kişinin kendisine yönelik bir tehdit olmamasıdır. Bir mağdurdan dinlediğiniz hikâye ya da gazeteci olarak bir afet haberi hazırlarken olay yeri fotoğraflarını inceleyip seçmek sizin üzerinizde bir yük oluşturabilir ancak direk tehdit altında değilsinizdir. Bu durumda ikincil travmadan bahsederiz. Çatışma hattına giden gazeteci tehlike altındadır ve birinci elden travmaya maruz kalır. Çatışma hattındaki bu gazetecinin yolladığı görüntüleri işleyen, haberde kullanılmak üzere hazırlayan diğer meslektaşı ise ikincil travmaya maruz kalmaktadır. Kabaca böyle ayırmak mümkün.
İkincil travmaya maruz kalanlarda birincil travmada gördüğümüz semptomlara benzer bulgular görülür ama şiddetleri daha azdır ya da dolaylıdır. Örneğin, birincil travma sonrasında kişi kendi yaşadığı olayı kafasından atamazken, ikincil travmada bir mağdurdan dinlediği hikâye tekrar tekrar aklına gelir. İkincil travma tanınması oldukça zor, öznel bulgular da yaratır. Bu yüzden de sıklıkla gözden kaçar ve fark edilmez. Mesela hayatın anlamını sorgulama ya da bir ebeveyn olarak aşırı koruyucu olmaya başlama ikincil travmanın sonuçları olabilir. Yine tetikte olma, umutsuzluk ve geleceğinin kalmadığı hissi, uykusuzluk, korku, kronik yorgunluk, suçluluk hisleri, amaçsızlık, öfke, donukluk, olumsuz bakma ve daha sayılabilecek pek çok bulguyu travma sonrasında görmemiz mümkün.
‘Gazeteciler hem dolaylı, hem de direkt travmaya maruz kalıyor’
Çatışma bölgelerinde muhabirlik yapan gazeteciler her an ölümle burun buruna ve canları pahasına haber yapıyor. Bölgedeki gazeteciler ne gibi travmalar yaşıyor?
Travmatize olmak için direkt hedef olmaya gerek olmadığından bahsettik. İnsan şahit olarak dahi travmatize olabilir. Örneğin, bir doğal afet bölgesinde gazetecilik yapmak da travmatize edicidir. Bütünlüğü bozulmuş bedenler görmek, insanların acılarına şahitlik etmek zaten travmatik yaşantılar. Bildiğimiz bir diğer şey daha var ki insan eliyle meydana getirilen travmalar psikolojik travma açısından doğal afetlere göre daha riskli durumlar. Kaldı ki bir insana yönelmiş ölüm tehdidi varsa sadece bu tehdidin kendisi bile travmatize edicidir. Bu açıdan gazetecilerin hem insan eliyle meydana getirilmiş afet diyebileceğimiz duruma şahitlik ederek dolaylı, hem de tehlike ve tehdit altındaysalar direkt travmaya maruz kaldıklarını söylemek mümkün.
Sahadaki muhabirler hem çatışma ve savaş anına, ölümlere, yaralanmalara şahit oluyor hem de olan biteni haberleştirirken, görsellerini haber merkezleri ile paylaşırken o anları tekrar yaşıyor. Bu nedenle hem birincil hem de ikincil travma yaşıyorlar demek doğru olur mu?
Birincil ve ikincil travma olarak adlandırma doğru ancak bahsettiğiniz duruma tam olarak uymuyor. Bir muhabir önce bir olaya şahit oluyor yani birincil travmaya uğruyor diyelim. Sonra kendi kaydettikleri üzerinde çalışırken olaya tekrar maruz kaldığını söyleyebiliriz. Bu yeniden maruz kalmayı birincil travmanın tekrarı ya da hatırlanması gibi kabul edebiliriz. Burada ikincil travmaya aday kişi, olaylara şahitlik etmemiş ve o muhabirin yolladığı görselleri baskıya hazırlayan bir meslektaşı olabilir.
‘Özellikle çatışma alanında bulunanların belli aralıklarla travmatizasyon açısından değerlendirilmesi koruyucu olacaktır’
Peki muhabirlerin bu travmalarla baş etmek, günlük hayatlarına devam etmek için ne yapmaları gerekir?
Aslında yapılması gerekenler muhabirlerin ve çatışmaya taraf olmayan -örneğin sağlık çalışanları gibi- diğer grupların kendilerinin alacağı önlemlerden önce başlıyor. En başta çatışmaya taraf olmayan bu gruplar için bir ‘dokunulmazlık’ sağlanması hem etik hem de kânûnî bir zorunluluk. Bu tırnak içindeki dokunulmazlığın riskleri sıfıra indirmek şöyle dursun öyle belirgin derecede azaltmayacağını varsaysak bile yine de değerlidir. Savaş muhabirleri savaş alanında tam anlamıyla güvende olamayacaklarını bilir. Ancak taraf olmayanların bu dokunulmazlıkları onları psikolojik travmaya karşı dirençli kılar. Yaptıkları işe değer verilen ve toplumsal alanda takdir edilen kişiler, mesleki tatmin duyacaktır. Yapılan çalışmalar bu mesleki tatminin psikolojik travmaya karşı koruyucu olduğunu gösteriyor.
Ya kurumsal önlemler?
Görece daha büyük ve kurumsal yapılanmalarda çalışanların travma açısından daha az riske maruz kaldıklarını biliyoruz. Buna sebep olan birkaç faktör olabilir. Çalışma alanının ve iş tanımının net olması, kurum içi yapılanmanın daha belirlenmiş olması, sahaya çıkmadan önce verilecek (hem mesleki hem de psikolojik travmaya yönelik) eğitimler, sahaya çıktıktan sonra sağlanan denetim ve değerlendirmeler koruyucu faktörlerdir. Temel gereksinim ve şartlar sağlanmadan, yeterli bir maaş almadan çalışan herkes travmatize olmaya daha açıktır. Özellikle çatışma alanında bulunanların belli aralıklarla travmatizasyon açısından değerlendirilmeleri de farkındalığı arttırarak ve destek sağlayarak travmaya karşı koruyucu olacaktır.
‘Kadın gazeteciler daha fazla risk altında’
Haberciler kişisel olarak ne yapabilir?
En başta temel insani ihtiyaçların, mesela uykunun, yemek öğünlerinin düzenli ve yeterli olmasına dikkat edilmeli. Hayatta ve olabildiğince sağlıklı kalınmalı ki travmaya direnç olabilsin. Özellikle yeterince deneyimi ve bilgisi olmadan işe girişenler risk altında. Bir de buna aşırı iş yükü eklendiğinde içsel kaynakların da tüketilmesi ve travmatize olmak kolaylaşıyor. Kadınlar aynı duruma maruz kalan erkeklere göre 2-3 kat daha fazla travmatik bulgu gösteriyor. Kadınlar aynı işi yapan erkeklere göre biraz daha fazla risk altında diyebiliriz. Yine travmatik sahada geçirilen süre uzadıkça travmatize olma riski artıyor. Hem günlük hem de dönemsel çalışma sürelerini belirlerken bu göz önünde bulundurulabilir. İnsan neyle karşılaşacağı konusunda ne kadar fikir sahibi olursa o kadar az travmatize oluyor. Önden eğitim ve deneyim paylaşımı bu nedenle önemli. Sayılan bu risklerin bilinmesi gelişen travmatik hissiyatın erkenden fark edilmesinin önünü açarak kronikleşmeden müdahale şansı tanıyabilir. Bu nedenle sadece mesleki değil psikolojik travma açısından da bilgilendirme önemli.
‘Hayatta kalma suçluluğu insanların kendilerine özen göstermelerinin önüne geçer’
Sahada çalışırken yapılabilecek pratik önerileriniz var mı?
Örneğin molalar vermek. Bununla çalışılan sahadan zihinsel olarak uzaklaşmayı ve dinlenmeyi sağlayacak aktiviteleri kastediyorum. Arkadaş sohbeti de olabilir, film seyretmek de, yürüyüş yapmak da… Tek bir reçete yok. Kişiye göre değişen kendini yenileme konusunda iyi gelen ne varsa onu yapabileceği bir zaman dilimi sağlanması önemli. Travmatik sahada çalışırken çalışma süreleri normal çalışma saatlerinden daha kısa tutulabilir. Bunu söylerken genellikle tersi yönde pratiklerle karşılaşıldığını tahmin ediyorum ancak yine de ağır bir iş ile uğraşıldığının farkında olunmasını vurgulamak isterim. Hem meslektaşlar arasında hem de diğer sosyal çevre ile iletişim ve paylaşım oldukça önemli. Bu iletişim ve paylaşım için zaman ve alanın kurumsal yapı içinde önceden planlanması gerçekten çok değerli. Gazetecilerin sahada sıklıkla yalnız çalışmaları onların sosyal ve coğrafi olarak izole olmalarını oldukça kolaylaştırıyor. İzolasyon da travma riskini arttırıyor. Bunun önüne geçecek her türlü girişim değerli. Travmatize olan insanlar genellikle bir suçluluk duygusuyla da baş başa kalır. ‘Hayatta kalma suçluluğu’ dediğimiz bu durum insanların kendilerine özen göstermelerinin önüne geçer. Bunun farkında olmak gerek. Yine aynı suçluluk duygusu insanları sevinmekten, mutlu olmaktan ve gülmekten uzak tutar. Güldüğünde de tekrar suçlu hissettirir. Bunu özellikle belirtmek istedim çünkü mizah, tükenen içsel kaynaklarınıza oldukça iyi gelebilir. Gülmekten, mizahtan uzak durulmamalı. Bundan suçluluk duyulmamalı. Örneğin, meslektaşlar ile bir araya gelindiğinde ya da mola verildiğinde yapılan şakanın, mizahın o işi sürdürmek için bir çeşit psikolojik destek olduğu unutulmamalı.
Devamlı çatışma bölgesinde görev yapan gazetecilerin bir süre sonra gördüklerine ve yaşadıklarına karşı duyarsızlaşabilmesi mümkün mü? Ya da aslında olması gereken bu mu?
Olması gereken ne diye düşününce aklıma çatışma ve travmaların son bulması gerektiği geliyor. Bu bir çeşit baş etme, adapte olma mekanizması. Olması gereken ya da normal olan hâl bu değil. Ama insanın adapte olabilme yeteneğinin de bir göstergesi.
Yok saymak, küçümsemek ya da duyarsızlaşmak özellikle savaş habercilerinde sıklıkla gözlenmiş. Mesleki açıdan bakarsanız işi sürdürme konusunda faydası olduğu bile söylenebilir. Ancak psikolojik açıdan bakıldığında pek sağlıklı sonuçları yok. Bir araştırma, kendilerindeki travmatik bulguları yok sayan ve yaşadıkları olaylara duyarsızlaşmış bir görüntü veren gazetecilerde alkol kullanımının ve kişisel ilişkilerinde sorunların arttığını saptamış. Buradan iki şey çıkarmak mümkün; birincisi ele alınmayan psikolojik stresin hayatın başka alanlarına yansıdığı. İkincisi ise, bu kişilerin işlevsel olmayan baş etme yollarına başvurdukları. Travmaya maruz kalan herkes aynı derecede etkilenmez. Herkeste travma sonrası bulgu gelişmez. Ancak gelişip gelişmediğinin farkında olunmazsa bu durum atlanabilir. Öyleyse bu durumdaki gazetecilerin hislerindeki değişimlerin farkında olmaları ve gerekirse yardım almaları önemli diyebiliriz.
İnsanlar bir felaketten kaçarken muhabir tam tersi olayın içine giriyor. Çatışma bölgelerinde çalışan muhabirler de hayati tehlikeye rağmen işlerini büyük bir motivasyonla yapıyor. Muhabirin bundan gizli bir zevk alması veya yaptığı iş ile övünmesi mümkün mü? Bu nasıl açıklanır?
Bu önemli bir soru. Önemi de buna tek bir yanıt verilemeyecek olmasından kaynaklanıyor. Buna genel bir yorum yapılamaz çünkü sorduğunuz soru kişilik yapısına ve kişisel motivasyonlara gönderme yapıyor. Bu soruya net bir yanıt almak istiyorsak, psikolojik çözümlemesi yapılmış tek bir insanın işini nasıl bir motivasyonla yaptığını sormamız gerekir. O zaman da kişisel mahremiyet söz konusu olduğu için yine de o bilgiler açık edilemezdi. Yani cevabı her kişi için yeniden değerlendirilmesi gereken bu soru her daim yanıtsız kalırdı.
Yanıt verilebilecek kısmı ise tüm meslekler için ortak olan ‘yaptığı işten keyif ve tatmin duyma’ kısmıdır. Gizli olup olmadığını bilmem ama hepimizin iyi bir şeyler yaptığımıza inanmaya ve iyi bir insan olduğumuzu hissetmeye ihtiyacımız vardır. İster savaş habercisi, ister acil servis çalışanı, ister bakkal ister çiçekçi olun bu böyledir, fark etmez. Gazeteciler yaptıkları işle övünüyorlar mı? Toplumsal olarak bakkallara ya da çiçeklere değil de gazetecilere ödül veriyor olmamız bana övünmeleri gerektiğine dair bir standardın olduğunu hissettiriyor. Yani gazetecilik yapan birinin kişisel özelliklerine dayanarak yapılacak yorumlara gelmeden önce pek çok katman var. Öyle ya da böyle gazetecilerin takdire değer bir iş yaptıklarına ise şüphe yok.