“Kimse de merak etmiyor son 80 yılda, ne kadar kitabın neden yasaklandığını ve yoksul dünyaları gün yüzüne çıkarmaya kalkmış kaç kalemin içeri tıkıldığını” diye yazmıştı Çetin Altan, 2009 şubatında Milliyet gazetesindeki köşesinde… Merak ediyorsanız gelin, Türkiye’de yasaklanan kitapları hatırlayalım.
Birinci Meşrutiyet döneminde yasaklanan kitaplar
İlk kitap sansürü ya da yasağıyla 1872’de karşılaşıyoruz. Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı), Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık adı altında yayımladığı süreli antoloji ile Namık Kemal’in “Evrak-ı Perişân” kitaplarını yasakladı. Bakanlık, bu yasağı 1857 tarihli ‘Basmahane Nizamnamesi’ne dayandırıyordu. Nizamname’ye göre kitaplar yayımlanmadan önce “ruhsat” isteniyordu. O zamana kadar bu yasanın uygulanmasında müsamahalı davranılmıştı.
Oysa ki bu iki kitabın içeriğinde Saray’ı ve Babıâli’yi rahatsız edecek bir şey yoktu. Namık Kemal’in Evrak-ı Perişân’ı “İslam büyüklerinden üç zatın biyografileriyle devletimizin istilâ çağını” ele almıştı.
Bu yasaklamaya önce Namık Kemal’in kendisi “İbret” gazetesinde tepki gösterdi, üst üste beş yazı yayımladı. Bunun üzerine “İbret” 7 Şubat 1873’te bir ay süreyle kapatıldı. Bir ay sonra tekrar yayına başladığında, konuyu bir kez daha ele alan yazı çıkınca, bu kez “İbret” 5 Nisan 1873’te süresiz olarak kapatıldı.
Abdülhamit döneminde sansür kurumsallaştı
28 Haziran 1876’da Abdülaziz tahttan indirildi, yerine Beşinci Murat geçti. Bundan iki ay sonra Beşinci Murat’ın yerine İkinci Abdülhamit geçirildi. 31 Ağustos 1876’da Abdülhamit dönemi-saltanatı başladı. Tahta çıkarken ülkeyi Meşrutiyet’le yöneteceği konusunda senet veren Abdülhamit, 23 Aralık 1876’da Türkiye’nin ilk anayasası olan Kanun-ı Esâsi’yi ilan etti. 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı topladı. Ancak çok geçmeden Mithat Paşa’yı sürgüne gönderdi. Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane edip, Kanun-ı Esâsi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i Mebusan’ı kapattı.
Artık Abdülhamid’in diktatöryel yöntemlerle kurduğu polis devleti aracılığıyla “İstibdat” dönemi başlamıştı. 1877’de Matbaalar Nizamnâmesi’ni hazırlattı. Bu, 1857 tarihli ‘Basmahane Nizamnâmesi’ni de ortadan kaldırıyordu; ancak 1888’de yürürlüğe girecekti. Bu nizamnâmenin 19’uncu maddesi, “bundan böyle basılacak kitaplar için” şu düzenlemeyi getiriyordu:
- Hiçbir matbaa sahibi basacağı kitabı Maarif Nezareti’nden resmi ruhsat almadıkça basamaz. Basımdan sonra da adını ve kaç nüsha olarak basıldığını bildiren imzalı bir beyanname ile birlikte İstanbul’da Maarif Nezareti’ne, taşrada mahalli idarelere verir. Litoğrafya, fotoğrafya ve başka araçlarla basılan şeyler ve notalı notasız şarkılar ve her nevi musikî eserleri 22. maddede istisna edilenlerden (evlenme, ölüm, alım satım, kiralama ve benzerlerine ilişkin düzenledikleri kâğıtlar) başka basılıp yayımlanan her şey bu madde hükümlerine tâbidir. Dini kitapların yayını da, öteki kitaplar gibi Maarif Nezareti’nden ruhsat alınmasına bağlıdır. Bu gibi kitaplardan İslam mezhepleri dışındakilere ilişkin olanlar için verilecek ruhsat, cemaat reisleri tarafından gönderilecek bildirimler üzerine verilir.” (Vay Kitabın Başına Gelenler- s.: 32-33 Emin Karaca)
Aynı zamanda, bu nizamnâmeye göre, ‘dışarıda basılan kitap gazete vb. ruhsat verilmedikçe ülkeye giremez’di. Ayrıca kitapçılar ve gezgin satıcılar, matbaalarda çalıştırılan mürettipler, ilân yapıştırıcıları, belediyeden ruhsat almak zorundaydılar. Bu Nizamname’ye aykırı davranışların araştırılıp soruşturulması, Adlî Zabıta, Maarif Nezareti ve Matbuat İdaresi memurlarının göreviydi.
1897’de ikinci bir sansür kurulu oluşturuldu; adı “Tetkik-i Müellefat Komisyonu”ydu. Bu komisyonun görevi “Encümen-i Teftiş ve Muayene”nin inceleyip basılmasına ruhsat vereceği Arapça, Türkçe ve Farsça kitaplarla, Türkçe piyesleri bir kere daha incelemekti.
İkinci Meşrutiyet ve İttihatçılar döneminde yasaklı bir kitap örneği
1910’da Mehmet Rauf’un Bir Zambak Hikâyesi kitabının ve kendisinin başına gelenler az çok bilinir. Kitabın konusu ve yazarın başına gelenlerin öyküsü şöyle: Bir Zambak Hikâyesi, yazarın “Başlamadan Evvel” adlı giriş yazısından sonra başlıyor: “Size okunması hiçbir edebiyat eserinin veremeyeceği kadar zevk verecek bir hikâye yazmak istiyorum, bir hikâye ki, okurken son derece etkileneceksiniz.”
Zambak Hikâyesi 33 sayfalık uzun bir hikâye. Anlatıcı tümüyle cinsel arzu dolu bir adam. Şöyle tanımlıyor kendisini: “Diyebilirim ki bütün İstanbul’da kadınları benim kadar ateşler içinde yanarak arzulayan ve arzuladığı kadını elde edebilmek için benim gibi hayatını hiç tereddütsüz ortaya koyacak kadar ileri gidecek bir başka adam bulunmaz.” (Emin Karaca Vay Kitabın Başına Gelenler- Sayfa: 39)
Bir Zambak Hikâyesi, Meclis-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu) 21 Mayıs 1910’da aldığı kararla toplatılır. İlk duruşmalarda kitabı yazdığını reddeden Mehmet Rauf, sonradan Bir Zambak Hikâyesi’ni “telif ve tercüme etmiş olduğunu” kabul eder ve 8 aya mahkûm edilir. Ceza yüz kızartıcı bir suçtan verildiği için ordudan atılır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yasaklanan kitaplar
Cumhuriyet’in ilk yıllarının yasakları, Türkçülük veya Kürtçülük yapan, Cumhuriyet, İnkılâplar ve Mustafa Kemal Paşa aleyhtarı kitaplar üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu tür yayınlar genel olarak Bakanlar Kurulu’nca yasaklanıyordu. Bakanlar Kurulu’nun yasakladığı kitap ve yayınlar şu başlıklar altında toplanabilir:
- Komünist propaganda yapan yayınlar.
- İnkılâplara muhalefet eden yayınlar.
- Takrir-i Sükûn Kanunu’na muhalefet eden yayınlar.
- Türkiye’deki Rum, Ermeni vatandaşları kışkırtıcı yayınlar.
- Kamuoyunun huzurunu bozucu / ülke aleyhine yapılan yayınlar.
- Muzır yayınlar.
- İrticayı teşvik edici yayınlar.
- Dinîn duyguları rencide edici yayınlar.
- Dini propaganda yapan yayınlar.
- Kürtçülük ve bölücülükle ilgili yayınlar.
- Türkçülükle ile ilgili yayınlar.
- Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına karşı yapılan yayınlar.
- Komşu ve dost ülkeler aleyhine yapılan yayınlar.
- Türkiye’nin dış politikasına zarar veren yayınlar.
Burada Cumhuriyet tarihinin farklı dönemlerinde hangi kitapların yasaklandığı konusunda bazı örnekler verelim:
- Atatürk Dönemi (1923-1938): Musa Dağ’da Kırk Gün-Franz Ferfel, İstiklâl Harbimiz, Kâzım Karabekir, Çerkes Alfabesi.
- İsmet İnönü Dönemi (1938-1950): Medarı Maişet Motoru-Sait Faik, Sırça Köşk-Sabahattin Ali, Sınıf-Rıfat Ilgaz, Bitmeyen Kavga-John Steinbeck.
Çok partili dönemde yasaklanan kitaplar
Çok partili rejime geçişin ardından da kitap yasaklamaları sürdü. Birçok dünya klasiği de yasaklı kitaplar listesindeydi. İşte bazı örnekler:
- Celal Bayar Dönemi (1950-1960): Bir Yazarın Günlüğü-Dostoyevski, Düdüklü Tencere-Metin Eloğlu, Numero 31328-İlias Venezis, Yan Yana-Melih Cevdet Anday, İnsan Tükenmez-Fethi Naci.
- Cemal Gürsel Dönemi (1960-1966): Devrim Yazıları–Babeuf, Kımıl-Musa Anter, Kürtçe Gramer-Kemal Badıllı, Kürtlerin Menşei-Minorsky, Sözler-Said Nursi, Sosyalist Türkiye- Ali Faik Cihan.
- Cevdet Sunay Dönemi (1966-1973): Komünist Manifesto-Marx–Engels, Kemalist Devrim İdeolojisi- Emin Türk Eliçin, Bolivya Günlüğü-Che Guevara, Fidel Castro Konuşuyor-L. Lockwood, Hayat ve Hatıratım-Rıza Nur, Dört Hapishaneden-Nâzım Hikmet, Mem-u-Zin- Ehmede Xani, Çin Kurtuluş Savaşı-Mao, Umut-Andre Malraux, İstikbâl İslam’ındır-Seyit Kutup, Toda Raba-Nikos Kazancakis.
- Fahri Korutürk Dönemi (1973-1980): İsmail Beşikçi’nin Kürtlerle ilgili tüm kitapları. Mahir Çayan’ın Toplu Yazıları, Türkiye Proletaryası-Şnurov, Sürgün Alayı-Mehmet Kemal, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?-Hikmet Kıvılcımlı, Çağdaş Çocuk Ansiklopedisi-Hasan Kıyafet, Olaylı Yıllar ve Gençlik-Harun Karadeniz, Uzun Sürmüş Bir Yaz-Nedim Gürsel, Bütün Yazılar-İbrahim Kaypakkaya, Sol Kendini Anlatıyor-Nihat Behram, Dersim Tarihi-Dr. Nuri Dersimi, Trabzonlu Delikanlı-Yaşar Miraç.
- Kenan Evren Dönemi (1980-1989): 12 Eylül darbesinin ardından milyonlarca kitap ya yakıldı ya da kâğıt hamuru oldu; hangi birini sayalım. Yaklaşık 50 yayınevi, 500 dolayında kitapevi kapatıldı. Yazı işleri müdürleri hakkında 100 yıla varan hapis cezaları istendi. Yasak kitap listesinde 20 bini aşkın eser vardı. Bu kitap katliamı ancak Almanya’daki Nazi dönemiyle kıyaslanabilir. 12 Eylül sonrası yayın hayatına devam eden tek sol yayınevi Belge ve bunun için hapsedilen yayıncı Ayşe Nur Zarakolu oldu. Bu dönemde yasaklanan birkaç kitap sayalım: Çizgilerle Nâzım Hikmet- Müjdat Gezen/Savaş Dinçel, Kökten Ankaralı-Talip Apaydın, Eski Sol Üstüne-Mete Tunçay, Benden Selam Söyle Anadolu’ya-Dido Sotiriyu, Seçme Şiirler-Bertolt Brecht, Yengeç Dönencesi-Henry Miller, Asılacak Kadın-Pınar Kür, Rengahenk-Can Yücel, Burgu-Füsun Erbulak.
- Turgut Özal Dönemi (1989-1993): İsmail Beşikçi’nin Belge Yayınları’ndan çıkan Kürt sorununa dair kitapları, İnsight Gluide Turkey-Sevan Nişanyan, Dersim Tertelesi-Haydar Işık, Siyabend u Xece-Hüseyin Erdem, Biri Yitik İki Ülke-Soysal Ekinci.
- Süleyman Demirel Dönemi (1993-2000): İsmail Beşikçi’nin Yurt Yayınları’ndan çıkan bütün kitapları. Doğu’da Ulusal Kurtuluş Savaşları-Lenin, Yeni Dünya Düzeni ve Kürt Sorunu-Haluk Gerger, 12 Eylül İdamları-Hayri Argavi, Ermeni Tabusu-Yves Temon, Pontos Kültürü-Ömer Asan, Mehmed’in Kitabı- Nadire Mater, Bozkurt/Atatürk’ün Yaşamı), M. C. Armstrong.
Günümüzde uzanan süreçte, Adalet ve Kalkın Partisi döneminde de kitap yasakları bitmedi. Gerçek Bizi Özgür Kılacak (George Jerjian), Bir Ermeni Doktorun Anıları (Dora Sakayan), Elma (Enis Batur) ve Abdullah Öcalan’ın bütün kitapları bunlara örnek verilebilir.
Gazete ve dergilerde olduğu gibi Türkiye’de kitap yasakları da Kürtçe yayınları daha çok vurdu. Türkiye’de Bakanlar Kurulu’nun toplattığı ilk kitaplardan biri, 1920’li yılların başında Şam’da gizlice basılan Kürtçe kitap Gonca-i Bahar’dı.
1925 Şubat ayı ortalarında Şeyh Sait önderliğinde ayaklanan Kürtler yenilip bozguna uğratıldıktan sonra, Misak-ı Milli dışındaki Kürt örgütleri tarafından, Lübnan’ın Bihamdun kasabasında Hoybun (Bağımsızlık) adında bir cemiyet kuruldu. Cemiyet aynı yıl Hoybun Yayını olarak birkaç kitap ve broşür yayımladı. Bakanlar Kurulu’nca toplatılan bu kitaplardan bazıları şunlar: Türk Affı Umumisi Karşısında Kürtler / Türkiye Reis-i Cumhuru Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine Mektup / Bir Ermeni Nokta-i Nazarına göre Kürt Meselesi/ Elkaziyetülkürdiye
Kitap yasakları Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. İsimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz çok sayıda yazar, şair yazdıkları kitaplar nedeniyle ya hapis yatmış veya para cezasına çarptırılmıştır.
Bir anekdotla yazıyı sonlandırmak istiyorum: Yıl 1974. Yer Zonguldak – Merkez Ortaokulu. Öğretmen sınıfa girer, öğrencilere hal hatır sorduktan sonra, “Çocuklar size bir soru soracağım” der. Çocuklar hep bir ağızdan “Sor hocam” diye cevap verirler.
“Çocuklar 12 Mart size neyi hatırlatır?”
Sınıfta derin bir sessizlik olur. Herkes birbirinin yüzüne bakar. Nihayet sessizlik bozulur! Peş peşe cevaplar gelmeye başlar: “Baharın gelişi, cemrenin toprağa düşüşü…” Hoca kafasını hayır anlamına gelecek şekilde sallar. Bir kız çocuğu, “Ben şöyleyeyim hocam” der ve ağzından şu sözler dökülür: “BABAMIN KİTAPLARINI BAHÇEYE GÖMDÜĞÜ GÜNDÜR.” Bu söz hâlâ belleğimdedir.
Türkiye’de köşeli, bağnaz resmî ideoloji, özgür düşüncenin gelişip serpilmesinin önünü kesiyor. Oysa, düşünceyi yasaklayan bir rejim önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker. Fakat, resmî ideoloji de ‘resmi tarih’i varsayar ama resmî tarih kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir… Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur.
Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih “gerçek tarih” değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur. Bu “uydurulmuş tarih” başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından ‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır. Öyleyse bir toplumun hafızasını [belleğini] yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kabı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyuyor, sorusu akla gelir. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu “tarihsizleştirmekten, kimliksizleştirmekten geçiyor. Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur.
Hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. Bir birey için geçerli olan bu durum, toplum için de aynı şekilde geçerlidir. Hâkim sınıflar binlerce yıllık tecrübelerinden biliyorlar ki, toplumun geçmişine hâkim olmadan bugününe ve geleceğine hâkim olmak mümkün değildir.
İşte, toplumun hafıza [bellek] kaybına uğratılma gereği böyle bir ihtiyaçtan doğuyor. Bu iş de düzen tarafından yere göğe sığdırılmayan anlı-şanlı tarihçiler, saray uleması ve/veya akademik statünün gardiyanları tarafından gerçekleştiriliyor. Sömürü düzeni tarihçisini ve tarih eğitimini boşuna önemsemiyor. Okullarda okutulan tarih her zaman ‘kaybedenlerin’ değil, kazananların, kitlelerin değil komutanların, kralların, padişahların, imparatorların, ulu önderlerin yazdıkları, yazdırdıkları tarihtir. Öyle bir tarih ki, orada tarihin asıl yapıcıları, gerçek özneleri olan geniş halk kitlelerinin esamisi okunmaz.
Resmî tarih inandırıcılığı olmayan bir tarih versiyonudur. Resmi tarihin sadece tarihçiler, akademik statünün gardiyanları tarafından savunulması yeterli olmaz. Resmi tarih yasalar, mahkemeler tarafından da korunmaya muhtaçtır. Herhangi biri ‘resmi tarih’i teşhir edip, ‘gerçek tarih’e ulaşmaya kalkar, ‘mayınlı alana girer’, rejimin tabularına dokunursa, karşısında sadece devlet tarihçisini, ‘zihin gardiyanlarını’ bulmaz, polisi, savcıyı, yargıcı, nihayet hapishaneyi de bulur… Durum böyleyken, devlet tarihçisinin rejim tarafından ödüllendirilmesi, tarafsız bilimin timsali sayılması, burjuva düzeninin bir ironisidir.
İşte, Paradigmanın İflası- Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş kitabımın başına gelenleri bu bütünlük dahilinde anlamak gerekir. Kitap, 1991 Nisan başında yayımlandı. Yayımlandıktan 15 gün sonra soruşturma ve dava açıldı… Yayınevinin avukatı savcıya, “Bu kitap, Türkiye’nin yaklaşık yüz yıllık döneminin, ekonomik, sosyal, siyasal bilimsel bir tahlilidir, yazar da bir akademisyendir, üniversite öğretim üyesidir, dolayısıyla kitabın Terörle Mücadele Kanunu kapsamında ele alınması uygun değildir” diyor. Savcı: “Hem bu devletin ekmeğini yiyeceksin ve hem de devleti yıkmaya çalışacaksın, yağma yok!” diyor… Uzun bir yargılamanın sonunda 20 ay hapis, o zamanın parasıyla 20 milyar TL para cezasına çarptırıldım… Bugünün parasıyla kaç liranın karşılığıdır bilmiyorum… Yargıtay’da yaptığım murafaayı izleyen avukata, “Bu savunmadan sonra hâlâ ceza verirler mi” değimde; “Ceza dava açıldığı gün verilmişti zaten hocam” demişti… Ben de ‘bilseydim savunma hazırlamak için bu kadar emek harcamazdım’ dediğimi hatırlıyorum… Haymana Cezaevi’nden 15 Haziran 1995’te tahliye oldum…
Fakat, yazdıklarımdan dolayı başıma gelenler bundan ibaret değil… Doksanlı yıllarda Özgür Gündem gazetesinde haftalık yazılar yazıyordum. Ekseri üç-beş yazıdan birine soruşturma, bazen dava açılıyordu… 1999’da bir yazıdan 15 ay hapis ve miktarını şu an hatırlamadığım para cezasına çarptırıldım… Haziran 2002’de Kalecik Cezaevi’nden tahliye oldu… Son dava 2018’de ‘Asıl Terör Devlet Terörüdür” başlıklı yazıdan açılmıştı, 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası talebiyle yargılandım ama sonunda beraat ettim… Hakkımda açılan soruşturmaların ve davaların sayısını bilmem mümkün değil…
Bu rejim ‘gerçek muhalif’i düşman, farklı düşüneni hain sayar ve gereğini yapar… Sonra da modernlikten, ilericilikten, demokrasiden, vb. çok söz edilir… Bu öyle halk düşmanı bir rejimdir ki, en değerli şairlerini, yazarlarını, düşünürlerini, bilim insanlarını, sanatçılarını, gazetecilerini katletmediği zaman hapishanelerde çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, mülteciliğe zorlamıştır…
Aslında benim ‘şahsî tarihim’ Türkiye’deki rejimin ne mene bir şey olduğunu göstermeye yeter… 1961’de Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciydim. Partiye üye oldum. Hakkımda ilk dava “Ankara köylerinde komünizm propagandası yapmaktan” Eylül 1965’te açıldı… Velhasıl ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’…
Onlar yasaklamaya, cezalandırmaya, biz de yazmaya, söylemeye devam edeceğiz… Haysiyetli yaşamanın bir gereği olarak…