Marshall McLuhan’ın “Gutenberg Galaksisi” adlı kitabı, tam 62 yıldır iletişim bilimlerinin temel metinleri arasında yer alıyor. Matbaayla doğan kitle medyasının insanlığın kültürünü nasıl dönüştürdüğünü ele alan ve “küresel köy” kavramını ilk kez ortaya atan Gutenberg Galaksisi, “mecra mesajdır” gibi ünlü vecizeler de barındırıyor. Gazetecilik için önemli metinleri yayımladığımız “Temeller” yazı dizisinde bu kez Gutenberg Galaksisi’nin kısa bir özetini aktarıyoruz.
Gutenberg Galaksisi, ismiyle bile, 15. yüzyılın bir icadı olarak matbaanın, çevresinde kendi galaksisini yaratacak denli büyük toplumsal etkiler oluşturduğuna bir gönderme yapıyor. Marshall McLuhan, iletişim teknolojilerinin kültürü şekillendirdiğini öne süren ve teknolojinin aslında insan organlarının birer uzantısı gibi görülmesi gerektiğini savunan yaklaşımıyla, böylesine ciddi sonuçları olan bu icadın ilk aşamada öncesine, ardından geleceğine bakıyor.
Kitap, bu tür tarihi yeniliklerin toplumu nasıl etkilediğini inceleyerek başlıyor. Örneğin 16. yüzyılda yaygınlaşan haritalar da bir yenilik olarak görülüyor, iktidar ve zenginliğin ufuklarına ilişkin farklı bir vizyonun anahtarını sunuyordu. Yüzyıllardır birleşik ve kolektif değerlerle tanımlanan toplum bu dönemde rekabetçi bireycilikle tanışmıştı.
Ortaçağ’ın feodal hükümdarlarının rolü kapsayıcıydı ve kral fiilen bütün uyruklarını kendinde içerirdi. Yeni yeni ortaya çıkan “Rönesans prensi” ise tek tek uyruklarıyla kuşatılmış, dışlayıcı bir iktidar merkezine dönüşme eğilimdeydi. Örneğin yol yapımında ve ticarette izleri sürülen bu dönüşümün sonucu ise iktidarın dağıtılması ve birçok işlevin ayrı alanlarda ve bireylerde uzmanlaşmaya başlaması oldu.
Shakespeare’in eserleri, dönemin zihniyet dünyasını sergilemesi bakımından bu noktada önemli bir referanstır. Örneğin Kral Lear’da, insanların kendilerini bir “rol dünyasından,” bir “iş dünyasına” aktardıkları yoksunlaşma sürecini görürüz. Meslekler dünyası, yoksunlaşmanın ötesinde, bir soyunma süreciydi. Bunlar o dönemde yaşanan etkilerdi, yani Shakespeare geleceğe dair bir öngörüde bulunmuyordu.
Geçen yüzyıllara ait okuryazarlık ve mahremiyet gibi değerleri bugün hâlâ içimizde hissetmemiz gibi, 16. yüzyıl insanı da geleneksel toplumun roller dünyasına bir nebze de olsa hâlâ bağlıydı. Yine de Kral Lear, Ortaçağ zaman ve uzayından Rönesans zaman ve uzayına, dünyanın kapsayıcı duyumundan dışlayıcı duyumuna doğru bir değişimden geçmenin neler hissettirdiğine dair bir gösteridir.
Ortaçağ toplumu işitseldi, Rönesans’ta matbaa “tarafsız görsel dünyayı” yarattı
Şiir tarihinde 3. boyutun ıstırabını ilk kez seslendiren, Kral Lear’dir. Ancak Rönesans resmiyle önem kazanan 3. boyut algısı bir yanılsamadan ibarettir. Bu algı tamamen görseldir. Oysa geleneksel Ortaçağ toplumu işitseldi. Görselliğe bu hızlı geçiş, duyuların soyunmasını ve dokunsal sinestezideki etkileşimlerin kesintiye uğramasını getirdi. Bu, Gutenberg teknolojisinin bir sonucuydu. Kral Lear’in yazıldığı 17. yüzyıl başında bu süreç kritik bir noktaya ulaşmıştı.
Bu soyutlama, Machiavelli’nin kişisel iktidarı toplumdan soyutlamasıyla veya tekerleğin, ulaştırmada hayvanî biçimden soyutlanmasıyla karşılaştırılabilir. Teknoloji, kesin bir belirginlik gerektirdiği için bize bir kerede tek bir şeye odaklanmayı, tek bir duyuyu çalıştırmayı, tek bir zihinsel veya fiziksel işlemi dile getirmeyi dayatır. Hipnozun, dikkat alanını tek bir duyuyla doldurmak istediğini hatırlarsak bu talebi anlayabiliriz.
Gutenberg teknolojisi, fonetik alfabenin içselleştirilmesini sağladığı için insanı kulağın büyülü dünyasından, tarafsız görsel dünyaya taşıdı. Bugün Afrika’da hâlâ okuryazar olmayan birçok kabilesel toplum, işitsel bir dünyada yaşıyor. Avrupa ve ABD’deyse insanlar görsel evrende. Batılı insanın, kabile insanına “soğuk nevâle” gibi görünmesi, işitsel kültürün sıcak, görsel kültürün ise tarafsızlığın getirdiği etkiyle soğuk oluşundan kaynaklanıyor. Avrupalılar için “görmek inanmaktır” ama Afrikalılar’da gerçeklik, işitsel alandadır. Oysa sözcükler, yazıldıkları zaman görsel dünyanın bir parçası olurlar.
Fonetik yazı düşünceyi eylemden ayırmadan önce, bütün insanlar eylemlerinden olduğu kadar düşüncelerinden de sorumlu tutuluyordu. Doğu toplumlarında bunun hâlâ böyle olması dikkat çekicidir. Örneğin Soğuk Savaş döneminde Batı’da “düşünce özgürlüğü” mutlaktır. Ama aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde bir insan, sadece düşündüklerinden dolayı cezalandırılabilir ve taşralı bir Rus bunu hiç yadırgamaz.
Elyazması tüm duyuları içerir, fonetik alfabe ise göz ve kulağı ayırır
Peki yazı binlerce yıldır varken neden ancak matbaayla birlikte böylesine büyük etkiler yarattı? Çünkü resimsel, ideogramik veya hiyeroglifik hiçbir yazı tarzı, fonetik alfabenin, insanı kabile üyesi olmaktan çıkarma gücüne sahip değildi. Mesela Eski Yunan’da fonetik alfabe, bizim bugün kamerayı gördüğümüz gibi değerlendiriliyordu. Gutenberg tipografisi ise fonetik alfabenin tek tip biçimde sonsuz sayıda çoğaltılmasına imkân sağlayarak ağır ağır bir devrim yarattı.
Bütün deneyimin işitsel bir şekilde örgütlendiği insan aslında yoğun bir gerilim altındaydı. Bugün diş doktorlarının diğer duyuları köreltmek amacıyla “audiac” (yapay gürültü) kullanması bunun ispatıdır. Sese odaklanan insanda duyular arasındaki orantılama ortadan kalkar. Bütün alfabeler arasında sadece fonetik alfabe, gözle kulağı ayırarak semantik anlamla görsel kodu birbirinden koparır.
Örneğin elyazması kültürünün böyle bir etkisi olamazdı, çünkü tipografik değildi. İstikrarlı, tutarlı bir karakter, sarsılmaz bir bakış açısına, neredeyse hipnotize olmuş görsel bir duruşa dayanmalıydı. Mesela el yazısına bakılarak yazarının ruh hâlinin bile saptanabileceği dikkate alındığında bir elyazması, istikrardan yoksun, ağır ve pürüzlü bir maddedir. Bu açıdan görsel değil, işitsel ve dokunsaldır. Elyazması, bütün duyuların katılımını ve empatiyi gerektirir.
Ancak uygarlık, barbar insana, kulağa karşı göz verdi. Batı’nın bu avantajlı konumu, bugün tersine dönmüştür. Çünkü teknoloji nedeniyle bir kez daha işitselliğe doğru yol alıyoruz. Bugün elektriğin küresel ölçekte yüksek derecede karşılıklı bağımlılık koşulları yarattığı düşünülürse, işitsel dünyaya geri döndüğümüz söylenebilir. Bizi yeni elektronik teknolojisiyle başa çıkma konusunda böylesine çaresiz ve âtıl bırakan, yeni fizik alanının bu işitselliğidir.
Gutenberg Galaksisi de dağılıyor, “küresel köy” kuruluyor
Newton fiziği, Gutenberg Galaksisi’nin fiziğiydi. Newton uzayına ilişkin geleneksel alışkanlıklarımızdan sofistike bir biçimde kopan modern fizikçi ise okuryazarlık öncesi dünyaya kendisine daha yakın bir bilgelik buldu. Zaten o yüzden Heisenberg gibi modern fizikçiler, bilimi, “insan ve doğa arasındaki etkileşimin bir parçası” olarak tanımlamaya başladı.
Artık tek bir kültüre —insan duyguları arasındaki tek bir orana— tek bir kitap, tek bir dil veya tek bir teknolojiye olduğumuzdan daha fazla bağlı değiliz. Elektromanyetik keşifler, bütün insan ilişkilerinde eşzamanlı alanı yeniden yarattı. Bu yüzden “kabile davullarıyla çınlayan tek bir büzüşmüş uzayda” yeniden birlikte yaşamaya başladık ve küresel köyü kurduk. Bu kez tek fark, o davulların elektrikli oluşu.
19. yüzyılda ilerlemeye yönelen ilginin bugün ilkelliğe yönelmesi de bundandır. Dünya büyük bir İskenderiye Kütüphanesi olmamış; bir bilgisayara, elektronik bir beyne dönüşmüştür. Duyularımız dışarıya çıktığı için, “Big Brother” içimize girmiştir. Kabile dünyasının küçük dünyasına ve bütünsel bir karşılıklı bağımlılığa kendimizi uyduramazsak, bir panik ve dehşet evresine gireceğiz. Bu evre, bütün sözel toplumların normal durumudur.
Elektrik etkisi: Okuryazar toplumun son kullanma tarihi geçti
McLuhan’a göre elektromanyetik devrim, matbaa devriminin etkilerini dönüştürmüş ve okuryazar toplumun son kullanma tarihi artık geçmiştir. Bunun tarihi ve toplumsal sonuçları da dramatik oluyor.
Okuryazarlık, insanlara bir imgenin biraz önüne odaklanma gücü vererek onları eğitir. Böylece kişi, resmin bütününü bir bakışta görebilir. Okuryazar olmayan, “eğitimsiz” birey için böyle bir alışkanlık söz konusu değildir. O, bir sayfayı parça parça tarar. Bu nedenle, nesneden ayrılmış bir bakış açısına sahip değildir, aksine onunla birliktedir.
McLuhan, Afrika’daki kabile toplumlarının sinemaya gösterdikleri tepkinin bu gerçeği kanıtladığını öne sürüyor. Bir filmi izlerken ana temayı gözden kaçırıp sık sık ufak detaylara takılırlar. Çünkü sinema, son tahlilde fotoğrafın bir devamıdır ve tüm görselliğiyle Gutenberg teknolojisinin bir koşutluğunu sergiler. Film söz konusu olduğunda, izleyici kameranın yerine geçtiği için “işitsel” kabile insanı afallar. Ama sizi ekranın yerine geçiren TV’ye çok daha iyi uyum sağlarlar; çünkü TV, bir anlatı ortamı değildir ve işitsel-dokunsal özellikleri, görselliğine baskındır.
Matbaa öncesi insanın ancak iki boyutlu resimler çizebilmesi bununla ilintilidir. Avrupa Ortaçağı’nda resimler görülüyormuş gibi değil, tutuluyormuş gibi çizilirdi. Yazıların yaldızlanarak içeriğinden fazla bir şey hâline getirilmesi de aynı eğilimden kaynaklanır. Göçebe halklar, “kapalı uzay” tasavvur etme yeteneklerinden yoksundurlar. Bir mimari yaratamamalarının ve bir yazı ortaya çıkarmamalarının nedeni de budur. Oysa Avrupa Rönesansı, sabit bir bakış açısı gerektiren 3 boyutlu perspektif kavramını doğurmuştur. Bu da gözün kulağa boyun eğdirmesiyle mümkün olmuştu.
Matbaa teknolojisi gözü hızlandırdı, sesi kıstı
Antik Çağ’da ve Ortaçağ dünyasında okuma, işitsel bir olaydı. Elyazmaları, bir topluluk önünde yüksek sesle okunurdu. Bu dönemde edebiyat yerine, hitabetin ön plana çıkması da bu yüzdendi. Matbaayla birlikte göz hızlanıp ses kısıldı. Tamamen göze hitap eden noktalama işaretlerinin 17. yüzyıldan itibaren yaygınlaşması da bu yüzden bir tesadüf değildir.
Gutenberg teknolojisinin bir geçiş süreci yaşattığı şu örnekle de anlaşılabilir: Tekerlek, insanı doğal yöntemlerden kurtarmıştı. Ancak ona elektrik uygulanmasıyla yeniden hayvanî bir biçim aldı. Matbaa da insanı işitsellikten kurtarıp görselliğe yerleştirdi, ancak elektromanyetik keşiflerle birlikte mutlak olan işitsellik farklı bir formda geri dönüyor. O yüzden matbaa aşaması, bugünkü elektronik dünyanın organik ve biyolojik tarzlarıyla çelişiyor. Artık okuryazarlık öncesi yerlileri anlamakta güçlük çekmiyoruz.
Bu noktada alfabe hayatî bir rol oynamıştı ama bu konuda ciddi yanlış algılar da söz konusudur. Öne sürülenin aksine kültürler, alfabeleri olmadan da sanatsal olarak uygarlık seviyesinin çok üstüne yükselebilirler. Fakat kabilesel olmaktan kurtulmak için mutlaka alfabe gerekmektedir. Alfabeye sahip olan bir toplum, komşu kültürleri de kendi alfabetik tarzına aktarabilir.
Metnin içeriği kadar, biçimi de okurun düşüncesini şekillendirir
Matbaanın kabileciliğe değil ulusalcılığa yol açması da bu yüzdendir. Kendisinden önce var olmayan fiyat sistemlerini ve piyasaları da bu sayede doğurmuştur. Roma İmparatorluğu’nun çözülüşünü hazırlayan papirüs arzındaki düşüş bu dönemde tersine döndü. Basılı metnin bulunduğu kâğıt ucuza tedarik edilip her yere hızla yollanabiliyordu. Böylece sadece ticarî etkileşim artmıyor, devlet bürokrasisi de zemin buluyordu. Bir yandan da alfabetik insan, varlık tarzını kutsallıktan uzaklaştıracak fırsatları, dini ruhbanların tekelinden kurtaran matbaa sayesinde yakalıyordu.
Bu açıdan matbaa harfleri devrimseldi. Bir uzmana göre yazının icadından bu yana “yinelenebilir resimsel ifadeden” daha önemli hiçbir icat yapılmamıştı. Tipografi, tam olarak bu yinelenebilirliktir. Okuryazar insan, metnin içeriği kadar yinelenen biçiminin de düşüncelerini şekillendirdiğini fark edemezdi. Oysa bu olgu, 16. yüzyıldan itibaren sayı ve görselliği veya dokunsallık ve retinal deneyimi birbirinden bütünüyle ayırmış, sanat ve bilimi de ayrıştırmıştı. Düşüncelerin iletimi değiştikçe, bireylerdeki psikolojik süreçler de farklılaşmıştı.
Ortaçağ dili ve edebiyatı bir ölçüde bugünkü sinema ve TV şovlarının bireylerin bilinç süreçlerinde oynadığı rolü üstlenmişti. Matbaaya dek okuyucu ya da tüketici, aslında bir üreticiydi de… Elyazmasını sesli olarak kalabalığa okuyan Ortaçağ tüketicisi, bugün TV başında kendi hayatı hakkındaki bir reality show’u izleyen modern tüketiciye benziyordu. Sanat alanında da, örneğin Antik Romalı hatipler Seneca ve Quintilianus, tıpkı 20. yüzyıl sanatçıları Lorca ve Picasso gibi işitsel tarza eğilimliydi. Aradaki Gutenberg çağı ise görselleştirmenin, edebî eleştirinin ve dilbilgisinin doğduğu tamı tamına zıt bir dönemdir.
Televizyonun mozaik imgesi, fotoğrafın resimsel uzayına karşı
Ancak biz bunun farkına kolayca varamıyoruz. Televizyonun mozaik imgesi ile fotoğrafın resimsel uzayı arasında hiçbir ortak yön yok. Basılı kitapla elyazması arasında da…
Ekonomi alanında da durum böyledir. Bugün otomasyonla, yani elektromanyetik biçimin üretim organizasyonuna nihaî genişlemesi sürecinde bu tür yeni organik üretimle sanki mekanik kitle üretimiymiş gibi baş etmeye çalışıyoruz. 1500 yılında hiç kimse kitlesel olarak üretilen basılı kitabı nasıl pazarlamak ve dağıtmak gerektiğini bilmiyordu. Biz de benzer bir durumdayız.
Bu gafletin, insanlığın ilk kez yaşadığı bir sorun olmadığı şuradan da bellidir: Basmacılıktan iki yüzyılı aşkın bir süre sonrasına kadar da bir düzyazıda baştan sona tek bir tonun ya da tavrın nasıl sürdürülebileceğini kimse keşfedememişti. Geç dönem Ortaçağ’ın görsel vurgusu ayinleri ne kadar bulandırdıysa, bugün elektronik alanın baskısı da ayinleri o kadar berraklaştırmıştır.
Matbaa kültürünün geleceği, daha baştan belliydi. O, uygulamalı bilginin tüketici cennetini doğuracaktı ve öyle de oldu. Bir el zanaatının ilk kez makineleşmesi olarak tipografinin kendisi, yeni bir bilginin değil, uygulamalı bilginin kusursuz örneğidir.
Bu ortamda Avrupa, teknolojik değişimin kendisinin ilerleme olarak kaydedildiği Gutenberg Çağı’na girdi. Rönesansta uygulamalı bilgi, işitsel terimleri görsel terimlere, plastik biçimi de retinal biçime, matbaa teknolojisinden kaynaklanan zorunlulukla aktardı. Bu “kafa” ile “yüreğin” (gönlün) de ayrılması demekti. Makyavelist insan bu toplumun ideal karakteriydi ve onun eleştirisi ise Don Kişot’tu.
Bir yandan da sanatla bilim, yeni hesaplama araçlarının keşfedilmesiyle boşanma sürecine girmişti. Şiir ve müzik de ilk kez basılı sayfa üzerinde ayrıştı. Aynı anda anadiller kitle iletişim araçlarına, merkezileşen siyasi yapı ise milliyetçiliğe dönüştü.
Gutenberg Galaksisi telgrafın icadıyla güç kaybetmeye başlamıştı
Cromwell’in ve Napolyon’un yurttaş orduları, yeni teknolojilerin ideal tezahürleri olarak Gutenberg çağının temsilcileriydiler ve onu yaymakla görevliydiler. Ancak mesela Avrupa’nın güneyinde, tipik bir Doğu toplumu sayılabilecek kabileci Mağripliler ile sürekli temasta olan İspanyollar, tipografiye karşı bağışıklık kazanmışlardır. Bu da bir istisna yaratmıştır.
O günlerde “geri kalmış” görünen İspanyollar ve benzeri “melez” toplumlar, bugün en şanslı topluluklardır. Çünkü teknolojinin medcezir dalgası bu kez onların lehine yol almaktadır. Kabileselliğini hiç bozmayan toplumlar ise elektromanyetik devrimin yeniden kabileleştirmekte olduğu bu gidişatta en kısmetlileridir.
Felsefenin Zeitgeist’ı da bunu doğrular: Descartes nasıl mekanik dalga üzerinde ilerlediyse, Heidegger’in sörf tahtası da elektronik dalga üzerinde başarıyla kayar. Nitekim Gutenberg Galaksisi, 1905 yılında “eğri uzayın” kuramsal olarak keşfiyle birlikte tamamen çözülmüş ve tarih sahnesinden çekilmiştir. Zaten bundan 200 yıl önce telgrafın icadıyla birlikte güç kaybetmeye başlamıştı.
Son sözü, McLuhan’ın Gutenberg Galaksisi’nde ipucunu verip “Küresel Köy” (The Global Village) adlı kitabında formüle ettiği şekliyle söyleyelim: Çokduyulu yeni bir bakış açısı kazanmasının yanında günümüzün dünyası, tıpkı bir köydeki gibi kendisiyle iletişim kuruyor. Artık hepimiz uzay ve zamanın eşzamanlı bir varoluş içinde yok olduğu Küresel Köy’de yaşıyoruz. Elektronik medya herkesi aynı anda içeriyor ve geçmişte basılı kitabın bizi ayırdığı kabilesel duyguları bize iade ediyor.
Günümüzde elektronik medyayla birlikte sözlü kültürün yeniden inşası tüm duyularımızı tekrar işin içine katıyor. Matbaanın bütünüyle görselliğe odaklanmış, çizgisel ve dizisel baskı paradigması kayboluyor. Dünyanın öbür ucunda konuşlanmış bir internet sitesine tek tıkla ulaşabildiğimiz bu etkileşim ve karşılıklı bağımlılık çağında, Gutenberg egemenliğinin geride kaldığı anlaşılıyor. Bu “neo-kabileselliğe” hızla uyum sağlayabilen toplumlar, tarihin bu aşamasının itici gücü olacak gibi görünüyor.
- Kanadalı medya teorisyeni Herbert Marshall McLuhan’ın (1911-1980) “The Gutenberg Galaxy: The Making of Typographic Man” (Gutenberg Galaksisi: Tipografik İnsanın Oluşumu) adlı kitabı ilk kez 1962’de yayımlandı. Kitap bugün de iletişim fakültelerinde okutulan temel eserler arasında yer alıyor. Bu özette Yapı Kredi Yayınları’ndan 2001’de çıkan Gül Çağalı Güven imzalı çeviriyi esas aldık.
İLGİLİ — JOURNO’NUN “TEMELLER” YAZI DİZİSİNDE SON 3 BÖLÜM:
Editör ne iş yapar? New York Times gazetecileri iyi editörlüğün sırlarını anlatıyor
“Sadece ıvır zıvır şeylerle uğraşıyorsanız siz gazeteci değil, şovmensiniz”