Dosya

Türkiye’nin ilk basın özgürlüğü polemiği: Gazeteci ile “müşterileri” arasındaki konuşma

DALL-E 3 yapay zekâ modeline bu içerik için ürettirdiğimiz temsili görsel. Komut: "1860 yılında İstanbul'da tartışan iki Osmanlı gazetecisini gösteren 19. yüzyıl tarzı bir illüstrasyon"

Türkçe ilk günlük gazete olan Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis‘te 165 yıl önce yayımlanan “Gazeteci ile Bazı Müşterileri Arasında Gerçekleşen Konuşma” başlıklı bir yazı, Türkiye’nin ilk basın özgürlüğü tartışmasının fitilini ateşlemişti. Riskli olabilecek güncel gelişmeleri haberleştirmeyip suya sabuna dokunmayan konuları işleyen Türk gazeteleri ve Avrupa’ya kıyasla Türkiye’deki habercilik kalitesi ilk kez bu yazıda tartışılıyordu.

Yazıya imza atan Münif Efendi’ye, Mecmua-i Havâdis gazetesinden Vartan Paşa’nın Aralık 1860’ta verdiği yanıtla Türkiye’nin ilk basın özgürlüğü polemiği başladı. Kalem kavgasının temelinde şu soru vardı: Osmanlı devrindeki azınlık gazeteleri nasıl olup da Türk gazetelerine kıyasla daha özgürce habercilik yapabiliyordu?

1860’ta yayına başlayan Tercüman-ı Ahval gazetesi ile Ceride-i Havadis arasındaki kalem kavgası, Türkçe basındaki ilk polemik olarak gösterilir. Çoğu kaynak, bundan birkaç ay sonra yaşanan ve Türkiye’de basın özgürlüğünü konu alan ilk polemik olan bir diğer kalem kavgasından ise bahsetmiyor.

Oysa az sayıda çalışmada da değinildiği gibi 1860’ın aralık ayında Mecmua-i Havâdis gazetesinden Vartan Paşa ile Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis’ten Münif Paşa arasında patlak veren bu polemik dönemin habercilik anlayışının yanı sıra, “devletin bekâsı” ve “rejimin güvenliği” gibi konularda Türkiye’nin ilk gazetecilerinin sergilediği tutum konusunda önemli ipuçları içeriyor.

Önce tartışmanın aktörlerini tanıyalım.

Münif Efendi ve Vartan Paşa kimdir?

Yazılarında Münif, Münif Efendi, Münif Paşa imzalarını kullanan Mehmed Tâhir (1830-1910), Antep’te başladığı eğitimini, babasının görev nedeniyle gittiği Mısır’da tamamlamış, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşuyla Batılılaşma sürecine girmiş olan bu ülkede Avrupa kültürüyle karşılaşmıştı. 1852’de İstanbul’a dönüp Bâbıâli Tercüme Odası’nda Arapça ve Türkçe çevirmenliği yaptı, ardından Almanya’da Osmanlı Devleti’ni temsilen diplomat olarak görev aldı. Tam bir Osmanlı aydını diye tanımlanan Münif Efendi, Türkiye’nin ilk popüler bilim dergisi sayılan Mecmûa-i Fünûn‘u kurdu. Bu öncü yayında bilimsel gelişmeleri aktarırken zaman zaman gerici gelenekleri eleştirdi.

Hovsep Vartanyan (1813-1879) ise Vartan Paşa adıyla tanınan İstanbullu Ermeni bir Osmanlı devlet adamıydı. Viyana’daki eğitiminin ardından 1830’larda İstanbul’da öğretmenlik yaptı. 1837’de çevirmen olarak girdiği Osmanlı Donanma Bakanlığı’nda hızla yükseldi. Devlet kademesinin en üst rütbelerinden olan ûlâ sânisini aldı, Osmaniye ve Mecidiye nişanlarıyla ödüllendirildi. 1856’da Encümen-i Dâniş’in hârici üyeliğine seçildi ve 1858’de “Paşa” oldu. 1860’ta askeriyeden ayrılıp mülkiyeye geçerek çeşitli devlet görevlerinde bulundu. Hamazkyats (Ulusal Birlik) Derneği’nin kurucularından olup bir süreliğine Ermeni Katolik Patrikhanesi’nin yönetim kurulu üyeliği görevini de üstlenen Vartan Paşa, gazetecilik ve yazarlık alanında birçok önemli çalışmaya imza attı.

1860 yılına geldiğimizde Münif Efendi‘yi Osmanlı döneminde günlük olarak yayımlanmaya başlayan ilk Türkçe gazete olan Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis‘te görüyoruz. Tercüman-ı Efkâr, Manzume-i Efkâr, Sadâ-yı Hakikat gibi Ermeni harfli Türkçe gazetelerde daha önce yazılar yazan Vartan Paşa ise 1852’de dergi olarak çıkarmaya başladığı Ermeni harfli Türkçe Mecmua-i Havadis‘i gazete formatına dönüştürmüş durumdaydı.

Hayâli okurun itirazı ve gazetecinin savunması

Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis‘in 17 Aralık 1860 tarihli 34. sayısında Münif Efendi imzasıyla yayımladığı kurgusal bir diyalog, ikili arasındaki polemiği başlattı.

Cerîdeci ile Bazı Müşterisi Beynînde Vuku Bulan Muhavere” (Gazeteci ile Bazı Müşterileri Arasında Gerçekleşen Konuşma) başlıklı yazıda, “müşteri” (okur) rolündeki kişi, İstanbul’daki gazetelerin neden güncel haberlerden ziyade, ağırlıklı olarak bilim ve sanat gibi konularına yer verdiğini sorguluyordu.

“Cerîdeci” (gazeteci) rolündeki Münif Efendi ise, yayınlarıyla okurlara faydalı bilgiler sunmayı ve onları Avrupa’daki yeniliklerden haberdar etmeyi amaçladıklarını ifade ediyordu. Öyleyse neden Batı basınından daha fazla haber aktarılmadığı sorusuna ise ABD ve Avrupa’da gazetelerin çoğunun ilan ve Türkiye’deki okur için önemsiz yazılarla dolu olduğu yanıtını vererek savunmaya geçiyordu.

Okurun sorusunun alt metnini anlamak için tarihsel bağlama değinmemiz gerekiyor. Okur aslında Osmanlı’da emekleme devrindeki Türkçe basının  suya sabuna dokunmayan gelişmelere gazetelerde yer verip örneğin güncel siyasî haberleri aktarmamasını üstü kapalı bir biçimde eleştiriyordu.

Zira o yıl kurulan Tercüman-ı Ahval‘e dek Türkiye’de Türk okurlarına yönelik bağımsız habercilik yapan tek bir gazete bile çıkmamıştı. Gazeteler ya Takvim-i Vakayi gibi resmî yayın niteliğindeydi, ya da Ceride-i Havadis gibi kâğıt üstünde özel girişim olsa da aslında devletin güdümündeydi.

Müslümanlar da gayrimüslimler gibi eşitlik talep etmeli

Münif Efendi’nin yazısındaki bir paragraf çok önemliydi. Günümüz Türkçesi ile şöyle:

  • Osmanlı İmparatorluğu’nda hâkim millet olan Müslümanlar’ın, yönetilen diğer milletlere tanınan ayrıcalıklardan mahrum bırakılması padişahın adaletine aykırıdır. Gayrimüslim tebaa eskiden beri eşitlik talep edip isterken şimdi bu konuda Müslüman tebaanın da diğer tebaalar ile eşitlik talep etmesi gerekir.
Münif Efendi

19. yüzyıl ortasında Türkiye’de özel basının gelişimine koşut olarak bir kamuoyunun doğduğunu fark eden ilk Osmanlı aydınlarından olan Münif Efendi, bağımsız gazeteciliğin Osmanlı Ermenileri gibi gayrimüslim topluluk gazetelerinin dışında da gelişebilmesinin ancak Müslüman çoğunluğun eşitlik talebiyle mümkün olabileceğini savunuyordu.

Vartan Paşa ise belki de bu talebin, azınlık gazetelerinin de devlet baskısına alınmasına neden olabileceği endişesiyle bu yaklaşıma itiraz etti. Kurgusal diyalogda Ermeni harfleriyle Türkçe habercilik konusuna değinildiğinden kendisine cevap hakkı doğduğunu savunup gazetesi Mecmua-i Havâdis‘te bir yazı yazdı.

Vartan Paşa’nın itirazı: Mahkûm olanın sorumluluğu daha azdır

Vartan Paşa, Münif Efendi’nin yazısındaki kurgusal diyalogda müşterinin (okur) kullandığı “millet-i hâkime” (egemen millet) ve “millet-i mahkûme” (egemen olunan milletler) kavramlarından yola çıkarak kendi tezini şöyle savunuyor:

  • Müşteri (okur), Osmanlı ülkesindeki İslam milletine “hâkim millet” ve diğer milletlere “mahkûm millet” der. Yani İslam milleti hükmeden millet, diğerleri ise hükmedilen milletlerdir. Gerçek durum da böyledir. Azınlık gazeteleri kendi milletlerine, Müslüman gazeteleri ise tüm topluma hitap etmektedir. Bu çerçevede asıl önemli olan, onların ne yazdığıdır; diğerlerinin o kadar önemi yoktur. Çünkü hükûmet nezdinde söz sahibi değillerdir. Onların gazeteleri aracılığıyla şu ya da bu fikirleri savunmalarında bir sakınca yoktur.
  • Mahkûm milletlerin fikirlerini serbestçe ifade etmeleri, mahkûmluklarının bir sonucu değil midir? Sonuç olarak, mahkûm milletlerin fikirleri hiçbir zaman hâkim millete gâlip gelemez. Ancak hâkim milletin fikirleri bununla kıyaslanamaz. Bu millete ait gazeteler, hükûmetin görüşlerinden sapamazlar ve sapmamalıdırlar. Hâkim milletin gazetesi her ne kadar çok olsa da, her kim yazarsa yazsın, hepsi resmî makamda kabul edilir çünkü bunlar hâkim milletin gazeteleridir.
  • Bunun için bu gazetelerdeki sorumluluk, mahkûm milletlerin gazetelerinde yoktur ve olamaz. Rum, Ermeni, Bulgar ve Yahudi gazeteleri kendi milletlerine, Osmanlı gazeteleri ise tüm topluma hitap eder. Mahkûmun hükmü olamaz. Hâkim ve mahkûm arasındaki her şey böyledir. Mesela bir subayın tutumu farklıdır, er rütbesindeki askerinki farklıdır; hocanınki farklıdır, öğrencininki farklıdır…

Özetle Vartan Paşa’ya göre Osmanlı’nın gayrimüslim azınlıklıkları, yöneten değil yönetilen konumda olduğundan daha düşük seviyede bir siyasî ve toplumsal sorumluluğa sahipti. Bu nedenle daha fazla basın ve ifade özgürlüğüne sahip olmaları doğaldı. Azınlık gazeteleri sadece kendi küçük topluluklarına hitap ederken “Osmanlı basını” tüm ülkeye yönelikti.

Yani Vartan Paşa, Türkler’e ait gazetelerin İstanbul hükûmetinin ekseninden ayrılmaması gerektiğini, azınlık basınının ise farklı alfabelerde Türkçe yayın bile yapsa iktidardan bağımsız davranabileceğini savunuyordu.

Münif Efendi’nin cevabı: İfade özgürlüğü herkesin hakkı, rütbeyle ilgisi yok

Münif Efendi, kendi gazetesinde de aynen aktardığı Vartan Paşa’nın yazısına bir cevap kaleme aldı. En büyük itirazı, Vartan Paşa’nın “Mahkûm milletlerin fikirlerini serbestçe beyan edip açıklamaları, mahkûmluklarının bir sonucudur” ifadesine yönelikti. Vartan Paşa gibi devletin en üst seviyelerinde görev yapmış saygın bir Osmanlı Ermenisi’nin bu yaklaşımı “garip” idi.

Basın ve ifade özgürlüğünün, bir kişinin görev ve rütbeleriyle ilgisi olmadığını savunan Münif Efendi’ye göre bu özgürlükler, “hâkim olsun mahkûm olsun, zâbit olsun nefer olsun, her insanın tabiatının bir gereğidir.”

Buna karşın Münif Efendi’ye göre bu temel özgürlükler de sınırsız değildi. Düşünce ve ifade özgürlüğünü kimse yasaklayamasa bile, bunları kullananlar, toplumun çıkarlarını göz önünde tutmalıydı.

Bu kalem kavgası neden önemli?

Kamuoyunun yeni yeni oluştuğu, temel insan hakları kavramının henüz gelişmediği 19. yüzyıl ortasında Münif Efendi’nin “kamu yararı” kavramına da işaret eden bu tezini oldukça ilerici bir tutum olarak görebiliriz. Ancak Münif Efendi’nin, “toplumun çıkarları” derken devletin bekâsını ve rejimin güvenliğini de kapsadığı, dolayısıyla 20. yüzyılda gelişecek basın özgürlüğü yaklaşımından ve gazetecilik ilkelerinden Türkiye’nin o yıllarda hâlâ çok uzak olduğu unutulmamalı.

Yine de Türkiye’nin ilk basın özgürlüğü polemiği olan bu tür bir kalem kavgası, üstü kapalı ve belirsizliklerle örülü olsa da 1860’ın Osmanlı toplumunda yapılabiliyordu. Münif Efendi ve Vartan Paşa’nın gazeteler üstünden yaptığı tartışma toplumda yankılanmış, ancak bu yüzden yetkililer tarafından cezalandırılan biri olmamıştı.

Fakat babasından miras aldığı Tanzimat Dönemi’nin özgürlükçü reformlarını devam ettiren Sultan Abdülmecit ertesi yıl ölecekti. Tahttaki ilk yıllarında bu programı sürdüren halefi Abdülaziz ise Osmanlı’nın Avrupa’daki toprak kayıplarının artması ve ekonomik krizin derinleşmesine koşut olarak giderek otoriterleşecek ve sonunda Türkiye’de ağır bir sansür düzeni kurulacaktı.

İlk Türkçe romanı da yazan Vartan Paşa, az kalsın aforoz edilecekti

Vartan Paşa, edebî yazarlık yönü de güçlü bir Osmanlı aydınıydı. “Boşboğaz Bir Âdem” ve “Topal Şeytan” gibi kurgusal yapıtlarının yanında “Şark Muharebesi Hikâyesi” adlı iki ciltlik tarihî bir eseri de var. Önce Tercüman-ı Efkâr gazetesinde bölümler hâlinde yayımlanan eser 1879’da kitap olarak basıldı.

Türkiye’de bizzat yazarının da “roman” diye sunduğu ve Osmanlıca (Arap) harflerle kitap olarak basılan ilk Türkçe yapıt 1874 tarihli Mehmet Celâl’in Hayal-i Celâl‘i idi. Bundan iki yıl kadar önce gazetede tefrika edilen Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanı ise ancak 1875’te kitap olarak yayımlanacaktı.

“İlk Türkçe roman” konusundaki tartışmalar hayli ayrıntılı olsa da tarihî bir gerçek var: Vartan Paşa, Akabi Hikâyesi (“Agapi” şeklinde de yazılıyor) adlı romanını Ermeni alfabesiyle Türkçe olarak 1851’de yayımlamıştı. Yani Osmanlıca harfli ilk Türkçe romanlardan 20 yılı aşkın bir süre önce…

Türkçe konuşan, fakat Osmanlı (Arap) harflerinden çok Ermeni alfabesini kullanan Osmanlı Ermeni toplumunda bu roman büyük bir tartışmayı tetikledi. Romanda Katolik bir Ermeni erkek ile Apostolik (Ortodoks) bir Ermeni kadının trajik aşk hikâyesi konu ediliyordu. Arka planda ise dönemin Ermeni toplumunu bölen mezhep kavgası vardı. Son dönemde Avrupalı misyonerlerin etkisiyle Katolik olan Ermeniler önce sürgün edilmiş, birkaç yıl sonra Osmanlı Devleti’nin onları ayrı bir cemaat olarak tanımasıyla Türkiye’ye dönebilmişlerdi.

Girişteki görselle aynı komut kullanıldığında ChatGPT’nin Nisan 2025 tarihli modelinin ürettiği görsel

Kendisi de Katolik bir Ermeni olan Vartan Paşa’nın romanındaki bazı ifadeler Katolik ruhbanları kızdırdı. Roman, “ahlâki yozlaşmaya yol açan ve gençlerin temiz ruhlarını kötülüğe teşvik eden” bir eser olarak kınandı. Dönemin Ermeni Katolik toplumunun lideri olan Anton Hasunyan bir piskoposluk bildirisiyle bu romanı cemaate yasakladı.

Ancak bu yasak, Ermeni Katolik toplumu üzerinde büyük bir etki yaratmadı. Aksine romana yönelik merak arttı. Bunun üzerine Hasunyan, Vatikan’a kadar çıktı ve romanın Katolik Kilisesi tarafından yasaklanmış kitaplar listesine alınmasını sağladı.

Vatikan’daki Roma Evrensel Engizisyonu Genel Kurulu’nun Akabi Hikâyesi konusunda 1852 tarihinde verdiği “Propaganda Fide” kararı şöyleydi:

  • Kutsal Roma ve Evrensel Engizisyon Genel Meclisi, Aziz Meryem Manastırı’nda, Saygıdeğer Kardinal’in huzurunda toplanarak Konstantinopolis’ten gelen bildirimler doğrultusunda orada yayımlanan iki sapkın eser hakkında bir karar almıştır. İsimsiz yazara ait Agapi’nin Hikâyesi ve Varkparazi’nin Mektubu adlı eserler, Katolik inancına aykırı ve kutsal inancı itibarsızlaştıran çalışmalar olarak değerlendirilerek yasaklanmış ve reddedilmiştir.

Emekliliğin ardından bir de Napoléon Bonaparte biyografisi yazan Vartan Paşa, 1879’da İstanbul’da 66 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

Münif Paşa’nın dergisini jurnalle kapattıran fıkra

Kurduğu Osmanlı Bilim Derneği ve Mecmua-i Fünûn dergisi Sultan Abdülaziz devrinde kapatılan Münif Paşa ise İkinci Abdülhamid 1876’da tahta çıkınca bakanlık görevleri aldı ve dergisini yeniden çıkarmaya başladı.

Ancak özgürlük vaadiyle geldiği iktidarını kısa süre sonra bir baskı rejimine dönüştüren Abdülhamid, “Yıldız Böceği İle Bir Yolcu” başlığıyla yayımlanan fıkra nedeniyle Mecmua-i Fünûn dergisini 1883’te süresiz olarak kapattı. Fıkra jurnallenmiş, bahsedilen böceğin Yıldız Sarayı’nda oturan padişaha işaret ettiği öne sürülmüştü. Bu fıkra şöyleydi:

  • Bir yolcu, karanlık bir gecede kırda giderken yolunu şaşırmış. Uzakta bir yıldız böceği görmüş. Onu fenerli bir adam zannedip arkasından gitmiş ve nihayet bir bataklığa düşmüş. Üzgün bir hâlde böceğe, “Allah müstehakını versin, niçin beni böyle fena yerlere getirdin” diye seslenmiş. Böcek ise “Sana benim peşimden gel diyen oldu mu” cevabını vermiş. Yani başına bir felâket geldiği vakit onu hep başkasından bilme, elbette bu senin kusurundur: “Ne gelirse sana senden gelir / Zannetme ki benden gelir…”

İstibdat Devri’nin ardından İkinci Meşrutiyet ilan edilirken Abdülhamid’in devrildiğini de gören Münif Paşa, 1910’da öldüğünde 80 yaşındaydı.

Kaynaklar
  • Budak, A. (2010). XIX. Yüzyılda Osmanlı Ermeni Basını ve Devletin Rejimi Üzerine Çarpıcı Bir Polemik. MSGSÜ Sosyal Bilimler(1), 41-50.
  • Ştikyân, S. (1956). “Agapi” romanı hakkında yeni açıklamalar, Ermenistan Bilimler Akademisi Bülteni: Sosyal Bilimler, 11 , s. 104-105. Recti Propagandis, cilt VI, Roma 1860, s. 512.

İLGİLİ: BASIN TARİHİ

Bağımsız gazeteciliğin ilk manifestosu: Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval için yazdığı mukaddime

Vampir yeniçeriler: Osmanlı’nın ilk “Dezenformasyon Bülteni” siyasî propaganda için kullanılmıştı

Gazeteci Teodor Kasap’ın inanılmaz ama gerçek hikâyesi

135 yıl önce İstanbul’da bir gazeteci aylık maaşıyla 80 kilo kahve alabiliyordu

Türkiye’nin gazetecilikten gelen ilk başbakanı, uzun cümlelere savaş ilan etmişti

Basın tarihimizden 120 yasaklı söz: Grev, tahtakurusu, dinamit, cumhuriyet…

1894 İstanbul depremi: Gazetelerdeki komplo teorileri, sansür ve propaganda

Gazetecilikte ilk doktora tezi: Ahmet Emin Yalman, Columbia Üniversitesi’nde yazmıştı

Deli Nizam: Kalemi sapan gibi kullanan gazeteci

Sariye Nur Dönmez

2019 yılında Üsküdar Üniversitesi Yeni Medya ve Gazetecilik bölümünden mezun oldu. Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması'nda “Kuşun Gözünden Bakınca Hepimiz Engelliyiz” röportajı ile ödüle layık görüldü. Sağlık haberciliği üzerine haber röportaj formatındaki blog yayınlarına devam ederken bir yandan da birçok mecra için farklı platformlarda içerik üretiyor.

Journo E-Bülten